31-01-2025
İsmet Berkan

Suriye’nin demokratik olması kimin neden umurunda olsun?

Suriye’nin demokratik olması kimin neden umurunda olsun?

Mustafa Kemal 19 Mayıs 1919’da Samsun’da çıkmadan önceki aylarda, İstanbul’da Anadolu’ya geçtiğinde bir arada olacağı kadrosuyla toplantı üstünde toplantı yapmış, pek çok şeyi bu ekiple birlikte planlamıştı.

19 Mayıs 1919’da Osmanlı ordusunun “Ordu müfettişi” olarak karaya ayak bastığında elinde ciddi yetki vardı. Çünkü ‘müfettiş’ bugün kullandığımız anlamda ‘ordu komutanı’ demekti. Kazım Karabekir’in karargahı Erzurum’da olan kolordusu da, Ali Fuat Cebesoy’un karargahı Konya’da olan kolordusu da resmen Mustafa Kemal’in emrindeydi.

23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldığında milletvekillerinin tamamına yakını Osmanlı Meclisi Mebusanı’na seçim yoluyla gelmiş insanlardı. Mustafa Kemal dahil. Bazı eksikler bir çeşit danışmalı atama yoluyla giderildi.

O Türkiye Büyük Millet Meclisi Kurtuluş Savaşı’nın hem ulusal, hem uluslararası düzeyde en büyük meşruiyet kaynağıydı. Mustafa Kemal 9 Eylül’de İzmir kurtarılıncaya kadar İstanbul hükümetine ve Osmanlı sultanına tahammül etti; 1 Kasımda saltanata son verip Osmanlı İmparatorluğu’nun tabutuna son çiviyi çakan Meclis o TBMM’dir. Bunu yapacak meşruiyeti ve yaptığını uygulayacak askeri gücü vardı.

Suriye hakkında bir yazıya Kurtuluş Savaşı ve Atatürk’le başlamamı yadırgamayın. Ertuğrul Özkök’ten öğreniyoruz, Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı İbrahim Kalın Suriye’nin yeni Cumhurbaşkanı’na ‘Atatürk’ün yolunu izlemesini’ tavsiye etmiş. Atatürk’ün yolunu o yüzden özetledim.

Elbette Suriye’deki iç savaş ve sonunda gelen rejim değişikliğiyle düşman işgali altında verilen Kurtuluş Savaşı ve onu izleyen Anadolu Devrimi aynı şey değil.

Ahmet Şara’nın toplantıya çağıracağı bir parlamentosu yoktu. Oysa Atatürk’ün vardı.

Ahmet Şara’nın ülkesinde bir seçim ve demokrasi geleneği yoktu. Oysa Atatürk’ün vardı. 1908’deki 2. Meşrutiyet’ten sonra seçilen parlamento bu ülke tarihinin hâlâ en çok sesli ve en çoğulcu parlamentosudur, örnektir.

Atatürk’ün TBMM’si çatır çatır her şeyi tartışan, hatta Atatürk’e muhalefet eden bir parlamentoydu. 1908 geleneği buydu. Şara’nın öyle bir parlamentosu olamayacak; hem ülkesinde bu gelenek yok, hem de sözlerin yüze karşı değil arkadan konuşulduğu bir geleneği var.

Atatürk’ün attığı her adımı eleştirel süzgeçten geçiren bir medyası vardı. Şara’nın öyle bir şeyi de yok.

Ama yine de Şara aslında kendi kendini cumhurbaşkanı ilan etmiş değil. Onu bu makama ülkedeki iç güçleri oluşturan ve hepsi eli silahlı bir takım grupların uzlaşması getirdi.

Bazılarımız bu yöntemi demokratik bulmayabilir, o uzlaşmanın çıktığı salonda bulunan üniformalı insan sayısı bizi yadırgatabilir ama bence yanlış bir ölçütle bakıyoruz. Bu ülkede bir anda İsviçre demokrasisi kurulamaz zaten. Şu an bu ülkede siyasi güçle askeri güç aynı anlama geliyor. Savaş lordları aralarından onu seçti. Bence Şara arkasında Katar ve Türkiye desteği olmasa o konseyde bu uzlaşmayı zor bulurdu.

Türkiye açısından düşününce Suriye’de önemli olanın ülkenin demokratik olmaktan önce istikrarlı olması olduğunu unutmamak gerekir. Demokrasi de olursa ne güzel, ama önce istikrarlı, güçlü, egemen bir merkezi devlet ister Türkiye orada. Etrafına savaş değil barış yayan, terör ihraç etmeyen bir Suriye ister.

1922 yılında dünyanın, Lozan’da masanın karşı tarafında oturan ülkeler dahil herkesin Atatürk’ten talebi de buydu: Demokrasiyi değil istikrarı önceliyorlardı ve Atatürk’ün başarılı olacağından şüpheliydiler.

Baktığınızda çok da abartmamak gerek, Atatürk de Türkiye’de demokrasi kurmadı, kendi iktidarını oluşturdu, muhalif seslere karşı da çok acımasızdı, kendi eski silah arkadaşlarını idamla yargılamaktan çekinmedi.

Ama Atatürk Cumhuriyet’i kurduktan bir süre sonra şeklen bile olsa bir demokratik izlenim olmamasının hem iç hem de dış istikrara zarar verdiğini fark etti, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı arkadaşı Fethi Okyar’a bu yüzden kurdurdu, ama tabiatı o partinin varlığına uygun değildi.

Ahmet Şara elbette durum müsaitse, kendisi de başarabilecekse Suriye’de kendi diktatörlüğünü kurmak isteyecektir. “Kazanan haklıdır” prensibinden hareketle ülkesi için iyi ve doğru olanı sadece kendisinin bildiğini, geri kalanların ihanete yöneleceğini düşünmeye kolayca başlayacaktır.

Umalım ki hem Türkiye’nin, hem kendi ülkesinin geçmişinden yeterince ders almıştır. İsviçre seviyesinde olmasa bile bir tür demokrasinin hem içte, hem dışta istikrarın sağlanmasına yardımcı olacağını görecektir.

Nasıl Esad hanedanı Suriye’yi istikrarsızlığa gömdüyse Ahmet Şara’nın kendine hanedan kurmaya kalkması da aynı sonuca yol açar.

Ülkesini seviyorsa gücü paylaştığı bir model oluşturur.

Bir süre sonra Trump’ı ciddiye almamaya başlayacağız korkarım

Bir süre sonra Trump’ı ciddiye almamaya başlayacağız korkarım

Perşembe sabahı erken saatlerde 10Haber’i yayına hazırlarken her sabah yaptığım rutin taramadaydım. Donald Trump’ın gece saatlerinde kendi başına oturup sosyal medyadan bir şeyler yazdığını bildiğimden Türk ve dünya medyasından önce ona bakayım dedim ve Washington DC’deki uçak kazasını ondan öğrendim.

Başkan kazayı “tuhaf” buluyordu, sanki ABD Başkanı değil herhangi bir sosyal medya fenomeniydi, ağzına ve aklına geleni yazıyordu. Oysa dünyanın en büyük bilgi makinesinin başında oturuyor: Bir telefon etse kazayla ilgili her şeyi ona gelip anlatacaklar zaten. Ama belli ki o da kazayı sosyal medyadan ve haber kanallarından öğrenmişti. Burada bir komplo olduğuna, hatta helikopterin uçağa kasıtla çarptığına inanıyordu. Öyle de olabilir gerçekten, ama bunu henüz bilmiyoruz, bilmediğimiz bir şeyi başkanın söylemesi olacak şey değil.

Kazanın üstünden saatler geçtikten sonra gazetecilerin karşısına geçtiğinde de ilk duygularından çıkmış değildi, kazayı ta 1960’larda Başkan Johnson zamanında çıkmış olan meşhur DEI kararnamelerine bağladı. 

Oysa Amerika bu konuda pek çok uzmanın olduğu bir ülke. “FAA araştıracak ve sonucu öğreneceğiz” diyemiyor Trump, illa kendi ulaştığı sonucu söyleyecek.

Korkarım kısa zaman içinde Trump’ı çok daha az ciddiye alan bir dünyaya varacağız. Tabii bir Amerikan başkanını ciddiye almamak feci bir şey, ama ağzına geleni söyleyen, çoğu zaman yalan yanlış söyleyen bir adamı ne kadar ciddiye alabilirse o kadar ciddiye alacak dünya.