08-03-2025
İsmet Berkan

Şişeden çıkan esas büyük cin: Nükleer silahlanmaya doğru

Şişeden çıkan esas büyük cin: Nükleer silahlanmaya doğru

Artık herkes her fırsatta “kırmızı çizgi”den söz ettiği için laf belki değerini kaybetti ama hepimiz biliyoruz, bu hayatta bazı kırmızı çizgiler var aşılmaması gereken.

O çizgilerin neredeyse tamamı karşılıklı güven ilişkisiyle ilgili.

Gerek kişiler arasında, gerek evlilikte, gerekse ülkeler ve kurumlar arasında karşılıklı güven ilişkisini belirleyen kırmızı çizgi bir geçildi mi, çok pişman olsanız ve artık ağzınızla kuş tutsanız bile o çizginin gerisine yeniden geri dönemezsiniz.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan geçen gün Financial Times’a verdiği mülakatta bunu çok güzel ifade etmiş, “Cin şişeden çıktı” demiş Amerika’nın Avrupa’yı terk etmesini değerlendirirken.

Gerçekten de cin şişeden çıktı. Avrupa “NATO ve Amerika yanımızda durursa ne ala ama dursa bile biz kendi güvenlik şemsiyemizi kendimiz kuracağız” dedi, buna ilişkin önceki gün Avrupa Birliği içinde çok kuvvetli bir karar aldı.

Bu kararın ertesi günü, yani dün aynı Avrupa bir de “fikirdaş ülkeler zirvesi” düzenledi, online yapılan zirveye Türkiye adına Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da katıldı. Aynı zirvede Kanada, Norveç, İzlanda gibi NATO üyesi olup AB üyesi olmayan ülkeler de vardı. Yani “fikirdaşlık” AB üyeliğiyle değil Avrupa güvenliğiyle ilgiliydi.

Tarihin önemli jeo-politik kırılma anlarından birine tanıklık ediyoruz bugünlerde. Her şey Amerika’nın Ukrayna’yı yalnız bırakıp Rusya’nın kucağına bırakmasıyla başladı. Bugün Amerika bu tutumunu yumuşatmaya, Rusya’ya bazı tehditler savurmaya başladı ama önemli değil: Cin şişeden çıktı bir kere, Avrupa ABD’ye olan güvenini kaybetti. O cini yeniden şişeye sokmak imkansız.

Şişeden çıkan bir başka cin, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Avrupa’nın Rusya’ya karşı nükleer caydırıcılığa sahip olması gerektiğini söylemesi ve bu konuda ülkesinin nükleer silahlarını gündeme getirmesiydi.

Elbette nükleer caydırıcılığın önemli olduğunu herkes biliyordu ama bu konuyu bir takım uzmanların, gazetecilerin konuşması başka, bir Cumhurbaşkanı’nın konuşması başka.

Daha ilk gün ABD’nin olmadığı bir Avrupa savunmasından söz ederken uzmanlar Avrupalı iki nükleer güç olan İngiltere ve Fransa’nın Rusya’ya karşı yeterli caydırıcılık üretip üretemeyeceğini tartışmaya başlamıştı bile. Ama Macron bizzat kendisi bu konuya girince mesele uluslararası siyasetin, Avrupa içi güç dengelerinin konusu haline geldi.

Örneğin Almanya hemen Macron’a karşı çıktı. Sebebi belli: Almanya, Fransa tarafından korunan bir ülke olmak istemiyor. Peki çözüm ne? Dün yazdım: Yakında Almanya’yı nükleer bir güç olarak görürsek şaşırmamalıyız.

Bakın dün Polonya Başbakanı Donald Tusk çıktı konuştu, ülkesinin “nükleer seçeneği değerlendireceği”ni söyledi. Kendileri mi yapacak nükleer silahı, yoksa Fransız silahlarını mı alıp ülkelerine yerleştirecekler, açık değil henüz ama Avrupa kıtası nükleer silahları artık devlet ve hükümet başkanı düzeyinde konuşuyor.

Bu köşede son haftalarda sık sık farklı örnekler üstünden Donald Trump’ın dünyayı ve kendi ülkesini zamanda geri ışınladığından söz ettim. Alın işte, nükleer caydırıcılık konusunda en azından 80’li yıllara geri döndük bile. 

Gündemde bile olmayan, yaşı yetenlerin unuttuğu, yetmeyenlerin ise hiç bilmediği bir konuydu nükleer silahların getirdiği karşılıklı yok etme dünyası, şimdi yeniden İngilizce kısaltması MAD (çılgınlık) olan (Mutually Assured Destruction) konsepti konuşuyoruz.

Nükleer silahlanma konusunun şişeden çıkan en büyük cin olduğunu görmeliyiz.

Dünyamızın barış ve esenliği yeniden bu dehşet dengesinde araması, “Sen beni yok edersen ben de seni yok ederim, ikimiz birlikte bütün dünyayı yok ederiz” seviyesinde bir caydırıcılığa dönülmesi, üstelik de bu fikri dönüşün sadece birkaç hafta içinde yaşanması insanlığın nasıl en ilkel refleksinin harekete geçtiğinin kanıtı aslında.

Trump, Putin’le konuşmak için telefonu kaldırdığında bu vahim zincirleme reaksiyonu başlatacağını, kendisinin ve ülkesinin 60’lı yıllarda yaşanan Küba krizinden beri özenle çizdiği kırmızı çizgiyi geçtiğinin farkında mıydı değil miydi?

Kırmızı çizgi geçildiğine göre sorunun cevabının pek bir önemi yok. Trump o telefonu kaldırarak kendi ülkesini de çok daha tehlikeli bir dünyanın içine soktu. Bakın görürsünüz, nükleer silahlanma yarışında birinciliği Amerika kazanmak isteyecek bir kez daha.

Ve daha ilginci Trump yaptığı şeyden pişman olmuş gibi de durmuyor. Bakın şimdi de Japonya’yı savunmasız bırakmaya, Çin’in insafına terk etmeye hazırlanıyor.

Avrupa’da yeniden silahlanmış ve nükleer silah sahibi de olmuş bir Almanya, Uzay Doğu’da yeniden ordusunu kurmuş, nükleer silaha sahip olmuş bir Japonya…

Amerika kendi kurduğu dünya barış düzenini yıktı. Üstelik bunu da “barış için” yaptığını iddia ediyor.

Karanlık bir ormanın içindeyiz şimdi.

Berat Albayrak mı haklı, Mehmet Şimşek mi?

Berat Albayrak mı haklı, Mehmet Şimşek mi?

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak 2018 yılının Temmuz ayında Hazine ve Maliye Bakanı olarak çok güçlü bir pozisyonda bakan olduğunda kucağında ikili bir kriz buldu.

Krizlerden ilki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha seçilmeden önce Londra’da uluslararası yatırımcılarla yaptığı bir toplantıda Merkez Bankası’na müdahale edeceğini ve faizi indirmesini sağlayacağını söylemesiyle başlayan Türkiye’den dolar çıkışıydı. Yabancı fonlar Türkiye’de TL cinsi varlıkları ellerinden çıkarıp dolarlarını alıp gitmeye başlamıştı ve döviz fiyatı artıyordu.

Bu tedirginlik verici artışın üstüne o sırada hapiste olan Amerikalı bir misyonerle, Rahip Brunson’la ilgili krizin tırmanması bindi ve Amerikan Başkanı Donald Trump bir tweet atarak zaten zor günler geçirmekte olan TL’yi “mahvetmekle” tehdit etti Türkiye’yi. Birden doların fiyatı patladı, 8 liraya doğru koşmaya başladı.

O sıralar Türkiye’de enflasyon bugünle kıyaslanmayacak derecede düşüktü, ama dolar fiyatındaki ani sıçrama enflasyonun yükseleceğini, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın görüşünün aksine faizlerin yükselmesi gerekeceğini bize söylüyordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Hazine Bakanı Albayrak o günlerde TL’nin değerinde yaşananların arkasında bir “uluslararası saldırı” olduğunu söylediler ve bu saldırıya bir ekonomik milliyetçilikle cevap vermeye yeltendiler.

13 Ağustos 2018’de, yani Albayrak göreve geldikten sadece 40 gün sonra Berat Albayrak meşhur Türk Lirasının Kıymetini Koruma Hakkında 32 Sayılı kararda bir değişikliğe gitti ve gündelik hayat ile ticari hayatta yapılan döviz temelli bütün ödemeleri yasakladı.

Bu yolla iç piyasada dolara olan talebi azaltacağını, bunun da hem doların fiyatındaki baskıyı hafifletip hem de enflasyonla mücadeleye yardımcı olacağını düşünüyordu (O zamanlar yapılan ‘Dolarını sat’ kampanyalarını hatırlıyorsunuz, ekonomik milliyetçilik bu seviyedeydi).

Albayrak’ın bu kararı beş yılda pek çok şeye sebep oldu ama ne enflasyonu düşürdü ne de dolara olan talebi azalttı. Bugün dolar 8 lira değil 38 lira. Enflasyon yüzde 14 değil yüzde 40.

2022’de dönemin Hazine Bakanı Nurettin Nebati bir kez daha 32 sayılı kararın uygulama tebliğinde değişiklik yapıp özellikle ihracatçıları çok zor durumda bırakır şekilde döviz kullanımını daha da kısıtlayan bir karar daha aldı. Çünkü o sırada Merkez Bankası döviz rezervi eksi 60 milyar dolar gibi inanılması zor bir seviyedeydi, Türkiye’nin ödemeler dengesi krizine girmemesi mucizeydi.

Sonra biliyorsunuz Mehmet Şimşek geldi 2023 Haziranında ve ekonomide “normalleşme” adımlarına başladı. Şimdi Hazine 2022’de Nurettin Nebati’nin getirdiği ilave kısıtlamaları kaldırdı ama henüz Berat Albayrak dönemi düzenlemelerine elini sokmadı.

Ama görürsünüz, ileride dövizle sözleşme yapma ve ödeme kısıtları da tamamen kalkacak, bu henüz bir ilk adım. Hazine’nin bu sefer de gerekçesi “enflasyonu düşürmek” ve “ticari hayatı normalleştirmek.”

Bakalım kim haklı çıkacak, Mehmet Şimşek mi, Berat Albayrak mı?