10-03-2025
İsmet Berkan

Karanlık ormanda hayatta kalmanın yolları

Karanlık ormanda hayatta kalmanın yolları

Bu köşede Cumartesi günü çıkan yazı “Şişeden çıkan esas büyük cin: Nükleer silahlanmaya doğru” başlığını taşıyordu ve şu cümleyle bitiyordu: “Karanlık bir ormanın içindeyiz şimdi.”

Okurlardan merak edenler oldu, “Ne demek karanlık orman” diye. Bugün onu anlatmaya çalışayım:

Evrende bizden başka canlılar ve uygarlıklar olup olmadığıyla ilgili tartışmalara büyük İtalyan fizikçi Enrico Fermi’nin adıyla anılan “Fermi paradoksu” deniyor. Sebebi, Fermi’nin bir seferinde uzaydaki olası diğer uygarlıkları kastederek “Peki herkes nerede?” diye sormuş olması. Meraklısına Evrim Ağacı’nda Çağrı Mert Bakırcı’nın yazdığı yazıyı tavsiye edip, bu paradoksa ilişkin sunulan görüşlerden birini hatırlatmak istiyorum.

Bu görüş ‘Orman hipotezi’ veya ‘Karanlık orman hipotezi’ adını taşıyor. Meraklısı hemen tahmin etmiştir, Çinli bilim kurgu yazarı Cixin Liu’nun ünlü Three Body Problem roman üçlemesinin ikinci kitabının adı bu: Karanlık Orman.

Nedir ‘Karanlık orman’ peki? Romancı, birbirini izleyen üç ‘aksiyom’ sıralıyor: 1. Bütün akıllı yaşam formları hayatta kalma iç güdüsüne sahiptir; 2. Diğer uygarlıkların şans elde etmesi halinde sizi yok edip etmeyeceğini bilmenin garantili bir yolu yoktur; 3. Bir güvencesi olmayan her akıllı tür için en güvenli seçenek, onlar aynısını yapma şansı bulmadan önce diğer akıllı türü yok etmektir.

Romanlar biliyorsunuz kendi gezegenleri yok olmakta olduğu için yerleşecek bir gezegen arayan ve dünyanın uzaydaki adresini öğrenip bizi yok etmek için yola çıkan bir uzaylı uygarlık ile insanın mücadelesi hakkında.

Ama bu yazı çok güzel yazılmış (hatta Netflix’te dizisi de olan) bu bilim kurgu fantezisiyle ilgili değil. Yazımız dünyamızla, birbirimizle, özellikle Donald Trump’ın cini şişeden çıkartmasıyla başlayacak olan yeni nükleer silahlanma yarışıyla ilgili.

Buradaki ‘Karanlık orman’ metaforu, aslında evrenden söz ettiği kadar dünyamızdan da söz ediyor. Kimsenin kimseye güvenmediği, herkesin temel iç güdüsünün hayatta kalmaya devam etmek olduğu bir dünyaya geri döndük.

Karanlık ormanda bir sürü avcı dolaşıyor. Onların ilk hedefi, fark ettikleri anda diğer avcıyı öldürmek ve böylece rekabeti azaltmak.

Dünyamız bin yıllarca bu düzende yaşadı. Güçlüler güçsüzleri köleleştirdi, onların kaynaklarını sömürdü, daha güçlü olmaya çalıştı. Güçsüzler ise şu veya bu biçimde hayatta kalmaya devam etmek için yollar buldu.

Dünyanın kendisi bir karanlık ormandı zaten.

Baktığınızda nice uygarlıklar geldi geçti. Sümerler bu dünyanın gördüğü ilk süper devletti. Onları Mısırlılar ve Hititler izledi. Eski Yunan’ın Atina şehir devleti bir zamanlar çok güçlüydü. Minicik Makedonya’dan çıkan Büyük İskender devasa Pers uygarlığına son verdi.

Biz Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşıyoruz ve Cumhurbaşkanı forsundaki yıldızlardan biliyoruz, gerimizde onca uygarlık bırakmışız, en sonuncusu yok olalı 100 yılı biraz geçti.

O yüzden bugün dünya üzerinde var olan uygarlıkların da kalıcı olmayacağını, nasıl bizler tek tek ölümlü varlıklarsak bugünün ulus devletlerinin de günün birinde yok olacağını geçmişe bakıp biliyoruz.

20. yüzyılın ikinci yarısı, belli ki insanlık tarihi açısından ayrıksı bir durumu ifade ediyordu. O dönemde kurulan düzenin daha fazla sürmesini kuşkusuz herkes isterdi, görece bir barış ve özgürleşme çağıydı 20. yüzyılın ikinci yarısı. Nice köle ve sömürge ulus o 50 yılda özgür egemen ülkelere dönüştü. Eski çağ bitmişti.

Ama şimdi, Donald Trump ve onun Pazar günü 10Haber’de yayınladığımız yazıda yazıldığı gibi “realizmi” sayesinde dünya yeniden 1945 öncesine geri dönüyor. Düne kadar pek çok kişi 1945-1990 arasının iki kutuplu dünyasını özlüyordu; bugün üç, belki dört kutuplu bir dünya ufukta belirmiş durumda.

Kutuplardan biri kuşkusuz Amerika. Bir diğeri, artık Amerika onu sınırlamaktan vazgeçeceği izlenimi verdiği için Çin olacak. Amerika’nın yarı yolda bıraktığı Avrupa kendi başına bir kutup olmak istiyor, bu konuda ilk adımlarını da atmaya başladı. Son olarak Rusya var; ya becerebilirse kendi başına bir kutup olacak ya da Çin’e eklemlenecek.

İleriki onyıllarda bu kutuplara bir de Afrika eklenir mi? Bir de ‘İslam alemi’ eklenir mi? Bunlar hep ömrü olanların göreceği şeyler.

Fakat bir konu net: ‘Kutup’ olmanın temel koşulu, diğer kutuplar tarafından yenip bitirilmemek için nükleer caydırıcılığa sahip olmak. O yüzden dünyamız yeniden bir nükleer silahlanma yarışının eşiğinde şu anda.

Yazının başındaki romana geri döneyim. İnsanlık, uzaydan gelen bu tehdidi durdurmak için “Karanlık orman” gerçeğini farkeder ve halen uzay gemilerinin içinde dünyaya doğru yola çıkmış durumda olan uzaylılara karşı bir caydırıcılık geliştirir: Bir sistem inşa edilir gizlice ve bu sistem o uzaylı uygarlığın evrendeki adresini bütün evrene duyurmak için gereken her şeye sahip olur.

Yani caydırıcılık şudur: Sen beni öldürüyorsan ben de seni öldürürüm ve ikimiz birden yok oluruz.

Bu caydırıcılık, gecekondusu yıkılacak adamın çatıya çıkıp boğazına bıçak dayayıp “Evimi yıkarsanız kendimi öldürürüm” demesini benziyor ama biraz yakından baktığınızda nükleer caydırıcılık denen dehşet dengesi aslında tam olarak bu.

Nükleer caydırıcılık, “Sen beni öldürmeye kalkarsan ben bunu engelleyememem ama ben de seni öldürürüm ve sen de beni engelleyemezsin” cümlesinden ibarettir.

Karanlık orman tam olarak budur.

Suriye’de yaşanan Irak provası

Suriye’de yaşanan Irak provası

Ahmet Şara, gençliğinde cihatçı bir savaşçı olarak koşa koşa Irak’a savaşmaya gitmişti. Ama savaşı oradaki işgalci güç olan Amerika’ya karşı olduğu kadar hatta belki daha fazla Irak’taki Şii çoğunluğa karşıydı.

Tabii son 20 yılda köprülerin altından çok sular aktı, bir zamanların sınır tanımayan cihatçı eylemcisi Ahmet Şara artık Suriye’nin Cumhurbaşkanı ve artık bir “ümmet”e ulaşmak için değil, Suriye’de yaşayan halklardan oluşan “bir ulus” yaratmak için çalışıyor.

Bu başarılması son derece zor işin önünde bir sürü engel var.

Engellerden biri, savaşı birlikte kazandığı cihatçıları “ümmet” fikrinden vazgeçirip ‘Suriye ulusu’ fikrine ikna etmek. Bu hiç kolay değil. Çünkü ‘Suriye ulusu’nu diyelim Irak, Ürdün veya Mısır ‘ulusu’ndan ayıran pek az kültürel özellik var.

Bir başka engel, ülkesi içindeki etnik ve dini azınlıklara, özellikle de düne kadar ülkenin baskıcı rejim azınlığı sayılan Aleviler’e bu “Suriye ulusu” içinde özgür ve eşit olacaklarının güvencesini vermenin zorluğu. Onları yeni rejime karşı direnişe, hele hele silahlı direnişe geçmekten alıkoymak gereği.

Nitekim 6-7 Mart günlerinde bu iki engel bir araya geldi ve Ahmet Şara’ya Aralık ayı başından beri yaşadığı en büyük krizi yaşattı, daha da yaşatacak.

Şara, geride bıraktığımız hafta sonuna kadar taşan şiddet olaylarını “provokasyon” olarak niteliyor; aslında aynı provokasyonun bundan 20 yıl önce Irak’ta yaşandığını, hatta kendisinin o provokatörlerden biri olduğunu da bütün dünya biliyor.

20 yıl önce Amerikalı işgal yönetimi bir anda bütün Sünnileri işsiz ve gelirsiz bırakınca bu yıllar boyu sürecek direnişi ateşlemiş, Saddam dönemi komutanlarının örgütlediği direniş sonunda DEAŞ’a kadar varmıştı.

Şimdi karşısında Esad dönemi generalleri ve onların örgütlediği Alevi direniş var. Ve sanki o direnişi büyütüp daha fazla kan dökülmesini isteyen bir de cihatçı provokasyon var.

Suriye’de hayat artık daha zor olacak.