29-04-2025
İsmet Berkan

Ne oldu da Kanal İstanbul yeniden hortladı

Ne oldu da Kanal İstanbul yeniden hortladı

Aslında bu Kanal İstanbul, tam Karl Marx’ın Komünist Manifesto’daki meşhur ilk cümlesi gibi, “İstanbul’un üzerinde dolaşan bir hayalet.”

Hiçbir zaman canlanmıyor ama hiçbir zaman ölmüyor da.

Bu “çılgın proje” 2011’de hayatımıza girdiğinden beri büyük bir tartışmanın konusu.

“İkinci bir İstanbul Boğazına ihtiyaç var mı yok mu” sorusu abes bir soru. Çünkü Kanal İstanbul aslında bununla ilgiliymiş gibi duran ama hiç ilgili olmayan bir proje.

Projenin gerçek sorusu şu: İstanbul’un nüfusunu 20-25 milyona çıkartalım mı, şehre yeni bir şehir daha ekleyelim mi eklemeyelim mi?

Bu soru sadece Kanal İstanbul bağlamında gündeme gelmiyor; deprem bağlamında da durup durup bu sorunun yeniden hortladığına tanık oluyoruz. Daha yeni, 23 Nisan’daki 6.2’lik depremin ardından Tayyip Erdoğan ve onun Çevre-Şehircilik Bakanlığı neredeyse refleks olarak bu konuyu yeniden açtı.

Kanal İstanbul dev bir emlak projesi. Toplam maliyeti konusunda rivayet muhtelif. Ama hangi rivayete inanmayı tercih ediyor olursanız olun, bu maliyetin devlet bütçesinden karşılanamayacağı ortada.

O yüzden Tayyip Erdoğan iktidarı en sevdiği yönteme, KÖİ adı verilen “Kamu Özel İşbirliği modeline” yönelmek istiyor.

Kanalı kazacak ve yapacak şirket ya da şirketlere kanalın işletme hakkı belli bir süreliğine verilecek, tabii kanaldan geniş geçiş garantileri karşılığında. Bu garantileri alan şirket veya şirketler de dönüp dünyada finansman arayacak, on milyarlarca dolarlık banka kredileri bulup kanalı inşa edecek.

Tabii bu arada o şirket veya şirketlere kanal kıyısında bazı arsalar da verilecek, onlar oralarda manzaralı evler inşa edip satacak.

Sadece bu da değil. Kanal etrafında bir üniversite ve bir teknokent yapılacak. Bunlar da gösterişli isimlerine bakmayın, devasa emlak geliştirme projeleri olacaklar.

Yalnız bir sorun var: Bu proje 2011’de geliştirilirken Türkiye ekonomik olarak da siyasi olarak da parlak yıllar yaşıyordu, Batı Avrupa’nın yükselen yıldızıydı, dünyadaki düşük faizler yüzünden Türkiye’ye para yağıyordu, o kadar ki Türk şirketleri bile işletme kredilerini Türk bankalardan değil gidip yabancı bankalardan alıyordu, çünkü Euro cinsi krediler çok daha ucuzdu, kur riski ise görünür gelecekte yok gibiydi.

O yüzden Kanal İstanbul’un daha K’sı ortada yokken taa Amerika’dan bir şirket kendi kendine gelin güvey olmuş, mühendislik projelerine başlamış, hatta çıkacak hafriyatla Marmara Denizinde yapay ada inşa etmeyi bile teklif etmişti. Emlak projesi daha da büyüyordu bu sayede.

Ama 2013’ten itibaren bu hava değişmeye başladı. Türkiye’de işler tepe taklak gider oldu, Gezi olayları, 17-25 Aralık derken iç siyasi istikrar ancak polis baskısıyla ve hapis tehdidiyle sağlanabilir hale geldi. 2016’daki darbe girişiminin ardından otoriter yönetimin dozu daha da arttı, cezaevleri doldu taştı.

Türkiye’nin yıldızının birden soluklaşmasını Batıda faizlerin yükselişi izledi, para eskisi kadar ucuz olmamaya başlayınca Türkiye’nin dış borcunu ödeyip ödeyemeyeceği tartışılır hale geldi ve birdenbire 2018’de birkaç yıl önce herkesin yokmuş gibi davrandığı kur riski gündeme geliverdi. 2018’den bugüne çok sayıda yabancı kökenli emlak geliştirme şirketi ciddi zararlar ederek Türkiye’den çıktı; örneğin AVM’ler birden önce bankalara devredilmeye başlandı, sonra yok pahasına satıldı. Çünkü bunları inşa edenler kur riski nedeniyle ya batmış ya da Türkiye’den çıkıp gitmişti.

Bu ortamda Kanal İstanbul’un yapılabilirliği de kalmadı. Türkiye’nin emlak değeri düşmüştü, Kanal İstanbul da değer kaybetti.

Ama iktidar bu rüyayı unutmuş değil. Proje küçültüldü, depreme uyarlandı. İddia şu: İstanbul’da deprem dönüşümü geçirme ihtiyacı içinde 1,5 milyon konut var. Tayyip Erdoğan’ın Çevre-Şehircilik Bakanlığı bu konutları kentsel dönüşüme sokmaktan ümitli değil; onun yerine İstanbul çevresinde ilan ettiği, adını da “rezerv alan” koyduğu bölgelerde iki büyük şehir kurmak istiyor; teorik olarak depremde riskli 1.5 milyon konutu buralarda inşa edecek.

Ama öyle olmuyor. Depremde riskli konut sayısı, daha birkaç gün önce bakan yine aynı rakamı söyledi, on yıldan fazladır hiç değişmiyor ve 1.5 milyon olarak duruyor; bu arada inşaatlar da devam ediyor. Yani yeni inşaatların deprem güçlendirmesiyle ilgisi yok, onları “Yeni İstanbullular” alıyor, eskiler ise çürük binalarında oturmaya devam ediyor.

İstanbul’a bakıp insan hayatını ve bu şehri koruyup yükseltmeyi değil temelde inşaat vinci görüyor iktidar.

Onlar böyle gördüğü için muhalefet de tetikte. Kaldı ki tetikte olmak için çok sebep var. Daha birkaç ay önce Cumhurbaşkanı Erdoğan yarım günden fazla zamanını Kanal İstanbul’a ayırdı, önce helikopterle havadan teftiş etti, sonra aşağıya şantiyeye indi, hem Ulaştırma Bakanı’ndan, hem Şehircilik Bakanından brifing aldı.

Şimdi Şehircilik Bakanlığı’nın kuvvetli eli olan TOKİ muhayyel Kanal İstanbul’un yakınlarında, İstanbul’a içme suyu temin eden barajlardan biri olan Sazlıdere’nin de neredeyse kıyısında bir inşaata başlayacak oldu. Tabii eski Kanal İstanbul tartışması ansızın alevlendi.

Burada aslında Kanal İstanbul’dan daha önemlisi Sazlıdere Barajı. Kanunda çok açıkça yazılı: Barajın koruma alanına inşaat yapılamaz ve TOKİ inşaatı bu alanda kalıyor. İSKİ hemen TOKİ’ye ihtarname gönderdi, o şantiyenin kaçak olduğunu ve oradan kaldırılacağını duyurdu. Vay sen misin bunu söyleyen, ihtarnamenin ertesi günü İSKİ Genel Müdürü gözaltına alındı.

Türkiye’de hiçbir siyasi kavga yüksek ekonomik kazanç duygusundan bağımsız değil; son günlerde yaşadığımız şeyler de aslında birilerinin para kazanma arzusunun yeniden depreşmesi.

Kanal İstanbul hayaleti korkarım hiçbir zaman başımızdan eksik olmayacak.

Deprem tartışmasının anlamsızlığı

Deprem tartışmasının anlamsızlığı

Öyle Prof. Dr. Naci Görür veya Celal Şengör gibi deprem uzmanı olmaya falan gerek yok, görünen köy kılavuz istemiyor.

Şunu uzun yıllardır biliyoruz: Kuzey Anadolu Fay Hattı denen ve hepimizin nereden geçtiğini ezbere bildiği fayın güneyinde kalan Anadolu her yıl 2-3 santim kadar Batıya doğru yol alıyor.

Bu hareket fay hattının güneyiyle kuzeyi arasında sıkışma yaratıyor, güney kuzeyi itiyor veya itmek istiyor. Bu uzun itme hareketi o sıkışma noktalarında gerilim biriktiriyor, aynen bir yayı germişsiniz gibi. Ve fayın belirli bölgeleri belirli aralıklarla bu itmeye dayanamıyor, yüzyıllarca biriken enerji bir gün bir anda ortaya çıkıveriyor, yani biriken kayma gerçekleşiyor.

Fay hattının Marmara’dan geçen bölümüne bakın. Bu fayın kırılmamış ve en azından 250 yıldır sıkışmaya devam eden kesiminde de bu kırılmanın olacağını görmemek imkansız. O fay İstanbul’un bütün Anadolu yakasını boydan boya paralel olarak kat ediyor, Avrupa yakasında Büyükçekmece-Silivri’ye kadar ulaşıyor.

Bu fayın kırılacağı besbelli. Uzmanlar diyorlar ki fay tek parça kırılacak ve ortaya en azından 7.2’lik bir deprem çıkacak. Başka bazı iyimserler belirdi, “Belki tek parça kırılmaz, birkaç parça olarak kırılır” diyorlar.

Ama hesap belli: Toplamda 6 metrelik bir kaymayı gerektiren enerji birikmiş durumda. Ben bu cümleyi bitirdiğimde de kırılabilir o fay, 10 yıl sonra da. 

Meselenin biz sıradan insanları ilgilendiren tarafı tam olarak bu: Olacak mı olmayacak mı değil, olduğunda biz ne yapacağız?

‘Devlet ve şehir hazırlanmadı’ diyoruz. Haksız da değiliz. Ama kendi kendimize de sormalıyız: Biz bireysel olarak ne kadar hazırız? Oturduğumuz ev sağlam mı, günde 8-10 saatimizi geçirdiğimiz iş yeri veya okul sağlam mı?

Deprem tartışmaları sahiden anlamsız.