03-05-2025
İsmet Berkan

Cumhurbaşkanı son günlerde niye bu kadar hırçın?

Cumhurbaşkanı son günlerde niye bu kadar hırçın?

Burada sık sık yazıyorum: Türkiye, 18 Mart akşamı Ekrem İmamoğlu’nun diplomasının iptal edildiğinin duyurulmasıyla siyasette yeni bir düzleme geçti; ertesi sabah İmamoğlu’nun resmi konutunun kapısına 200 polisin dayanması ve İstanbul’un seçilmiş belediye başkanının sıradan bir suçlu gibi gözaltına alınmasıyla ise o yeni düzlemin büyük bir fay kırığı olduğu iyice netleşti.

Bugün 18 Marttaki Türkiye’den bir hayli farklı bir Türkiye’de yaşıyoruz. Bu yeni Türkiye’nin bize neler getireceğine ilişkin çok yazı yazdım, daha da yazacağım ama şimdi kısa vadeden bir gözlem aktaracağım.

Dedim ya 19 Mart sabahı yeni bir Türkiye’ye geçtik diye; bu yeni Türkiye’nin ilk büyük mücadelesi ahlaki üstünlük tesis etmek için veriliyor.

Normal şartlar altında yolsuzluk büyük bir ahlaksızlık olduğu için aslında savcılığın soruşturmasının ve bu soruşturmanın her unsurunu savunan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve takipçilerinin bir ahlaki üstünlük kurmak için çaba bile sarf etmesi gerekmemeli.

Öyle ya, suçlanan Ekrem İmamoğlu yolsuzluk ithamlarıyla karşı karşıya. Olması gereken İmamoğlu ve takipçilerinin savunmada, kendilerini temize çıkarma derdine düşmesi; Tayyip Erdoğan ve takipçilerinin ise “Sen önce şunun hesabını ver” deyip rahatça köşelerinde oturması.

Ama hepiniz görüyorsunuz, durum hiç öyle değil.

Ekrem İmamoğlu ve takipçileri savunmada olmayı bırakın sürekli saldırıda.

Bakın İmamoğlu daha 21 Mart günü saat 18.35’te ifadesini alan polisler “Son bir söyleyeceğiniz var mı” diye sorduğunda cevabına nasıl başlıyor:

“Gözaltına alındığım saatlerden, ifadeyi verdiğim şu ana kadar hissettiklerimden ifade anında sorulan sorulardan sonra kendimi; milletimiz, şehrimiz ve ülkemiz adına çok daha kötü hissettiğimi ifade etmek isterim. Türkiye’nin ulusal ve uluslararası birçok çözüme muhtaç konusu varken yukarıda sorulan sorular göstermiştir ki kumpas, uydurma, yalan ve komplo teorilerinden oluşan mesnetsiz suç isnatları ile gözaltına alındığım an itibariyle Türkiye’nin ve bütün dünyanın gündemine düşmüş olmak, ülkemizin itibarının ciddi zarar görmesi, demokrasi ve adaletin zedelendiğinin yaşanması çok üzücüdür. Bilgi edindiğim kadarıyla ekonomiye yüksek etkisi, insanlarımızın umutsuzluğunun büyümesi ve özellikle gençlerin feryatla yapılan kötü muameleye tepkisiyle sonuçlanmıştır. Milletimize ve ülkemize ödetilen bu bedelin karşılığını bu kötü niyetli suçlamaları hazırlayanlar asla ödeyemeyecekler. Ben şahsen sadece kendi savunmamı yapmayacağım aynı zamanda bu hazırlığı yapan, bu suç isnatını bana yükleyen ve 16 milyon İstanbullunun gözaltına alınmış bir Belediye Başkanı dönemini yaşatan bu insanlarla ilgili yasal tüm haklarımı hayatım boyunca arayacağımı yargılanmaları için elimden geleni yapacağıma milletimin huzurunda söz veriyorum…”

İmamoğlu’nun bu meydan okumasının daha devamı var ama bu kadarı size bir fikir vermiştir.

İmamoğlu’nun üç gün boyunca polis nezarethanesinde kaldıktan sonra bile kendini ahlaken üstün görmesi ve kendini savunmakla hiç uğraşmadan kendisini suçlayanlarla hesaplaşmaya yemin etmesi, benim “Yeni Türkiye” dediğim şeyin özünü oluşturuyor.

Buna karşılık Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 19 Mart’ı izleyen ilk birkaç gündeki suskunluğunun ardından bizzat devreye girmek ihtiyacı duydu. Önce belirsiz “daha turbun büyüğü heybede” konuşmaları yaptı, sonra eski para kulelerini gündeme getirdi ve kendi cephesinin (ki buna savcılık da dahil) ahlaki üstünlüğünü kurmaya çalıştı.

O cephe aslında oldukça büyük ve geniş bir cephe. TRT’den Atv ve aHaber’e, TGRT’den başka kanallara kadar pek çok televizyonu, Sabah gazetesinden Yeni Şafak’a ve Türkiye’ye kadar pek çok gazete ile web sitesi, Abdülkadir Selvi ve Nedim Şener’den Okan Müderrisoğlu’na pek çok köşe yazarı ile TV’de konuşan kafası var. Yetmiyor Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı ve son birkaç gündür bizzat başkanın kendisi, Fahrettin Altun var.

Ama belli ki bir sıkıntı var. İddiaların düzeyi düştükçe düşüyor, İmamoğlu ve ekibini suçlayalım derken pot üstüne pot kırılıyor. En son, “İmamoğlu’nun lüks otomobilleri” diye sergilenen araçların bir MHP milletvekiline ait olduğu ortaya çıkıverdi.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan da bu süreçte çok aktif. Girmediği polemik kalmadı gibi bir şey. Kameralara bant yapıştırmaktan CHP’nin parti otobüsü şoförünün suçlanmasına kadar her konuyu Cumhurbaşkanı seviyesinde polemik olarak işittik son birkaç hafta içinde.

Bunca hırçınlığın, belediye başkanının bir otelde yaptığı toplantıda yanında jammer bulundurup bulundurmamasının cumhurbaşkanı seviyesinde konuşulması, otobüs şoförünün suç işleyip işlemediği konusunda cumhurbaşkanının görüşlerini herkesin işitmesi son derece çarpıcı şeyler.

Normalde her polemik fırsatının üzerine atlamak, sürekli hırçın olmak muhalefette gözlenen şeylerdir ama bugün Erdoğan bu pozisyonda; hırçınlaştıkça hırçınlaşıyor, Yeşilay toplantısında bile konuşmasının yarısını CHP’ye ayıracak kadar bu konuya odaklanmış durumda.

Hepsinin sebebi belli: Ahlaki üstünlüğü bir türlü kuramamak, gündemi belirleyen değil gündemi takip edip laf yetiştiren insan konumuna düşmek.

Bakalım daha neler göreceğiz…

128 milyar doları ne kadar zamanda satmıştık, 60 milyar doları ne kadar zamanda?

128 milyar doları ne kadar zamanda satmıştık, 60 milyar doları ne kadar zamanda?

Türkiye 2001 krizine yakalandığında ilginç bir kontrollu kur sistemi uyguluyordu: Merkez Bankası, doların kurunu önceden ilan ediyordu, yarın veya bir hafta sonra dolar kaç lira olacak herkes biliyordu.

Ancak dolar kaç lira olursa olsun, onu satın alacak TL miktarı son derece kısıtlıydı; Merkez Bankası o musluğu asla açmıyordu. Bu sayede doların fiyatı kontrol ediliyordu.

Sonra kriz günü oldu. Piyasalar birden bire 10 milyar dolara yakın döviz talep etti. Bu, o günler için çok büyük bir rakamdı. Ama bu talebin pek azı karşılanabildi, çünkü dolar satın alacak TL yoktu kimsede. Ne oldu, TL faizi fırladı, gecelik yüzde 400’lük repo faizleri gördük.

Krizden üç gün sonra Merkez Bankası kur rejimini değiştirdi, kurun fiyatını kontroldan vaz geçti, bugün de uyguladığımızı söylediğimiz serbest dalgalı kur rejimine geçtik.

Doğal sonucu kurun patlaması oldu. Ama birkaç ay sonra Kemal Derviş reformlarıyla ve IMF anlaşmasıyla kurun geri geldiğini gördük, o kadar ki en yüksek seviyeye göre yüzde 35’ten fazla değer kaybetti dolar ve sonra da uzun yıllar boyunca değer kaybetmeye devam etti. Bir ara 1 lira seviyesine o kadar yaklaştı ki bugün bile dillere destan durumdaki kimi tahminler yapıldı.

2018’de Rahip Brunson krizi ve Başkan Trump’ın tehditleri sonrası dolar yeniden fırlayınca 2001’deki o tecrübe unutuldu, Berat Albayrak kuru savunmaya kalktı. (Zamanında aynı hatayı Ali Babacan döneminin Merkez Bankası Başkanı Erdem Başçı da yapmıştı.) Sonuç rezervden eksilen 128 milyar dolar oldu, kur da 2019’da yaşanan kısmi gerilemeye rağmen tutulamadı.

19 Mart günü de refleks olarak kuru tutmaya çalıştı Merkez Bankası. 42 liralık dolar fiyatı elbette çok yüksekti ama bugün görüyoruz 38 lirada oluşturulan siperler de gerçekçi değil.

Merkez Bankası bu kez çok daha kısa sürede 60 milyar dolara yakın piyasa müdahalesi yaptı ama hala yetmediği anlaşılıyor. Bakın bu sabah piyasanın kendi fiyatını kendisi belirlemesine izin vermek yerine 38 lirada kazdıkları siperi daha derin hale getirmek için kararlar açıkladılar, böylece “normal piyasa”dan daha da uzaklaştılar.

Oysa bıraksalardı 19 Mart günü piyasa işlesin, onun yerine sadece TL faizleri arttırmak ve fazla likiditeyi sterilize etmekle uğraşsalardı bugün doların fiyatı çok daha yüksek olmayabilirdi.

Ama piyasayı bozup panik halinde olduğunuzu gösterdiğiniz zaman tam tersi etki yaratıyor, piyasadaki paniği büyütüyorsunuz.

Pazartesi sabahı enflasyon açıklanacak. Eğer aylık rakam yüzde 3,18’den yüksek gelirse, ki beklenti yüksek geleceği yönünde, enflasyon düşüşünü durdurup yükselişe geçmiş olacak yeniden.

Bir sormak lazım: Değdi mi?