19-08-2025
İsmet Berkan

Bir dev insanın ardından: Mete Tunçay’a hepimiz çok şey borçluyuz

Bir dev insanın ardından: Mete Tunçay’a hepimiz çok şey borçluyuz

Herhangi bir ortama girdiğinde onu fark etmemenize imkan yoktu.

Dev gibi cüssesi, kocaman sakallarıyla içeri girince herkes “Hah, Mete hoca geldi” derdi.

Mete Tunçay sahiden dev gibiydi. Boyu posu, cüssesi ve doğal karizmasıyla.

Ama onu dev yapan sadece cüssesi değildi. Mete hoca Türkiye’de cumhuriyet dönemi tarihçiliğinin çok büyük bir tabu kırıcısıydı, müthiş bilimsel titizliği ve belgeciliğiyle ülke entellektüel ortamını sahiden değiştirip dönüştürmüş bir insandı.

Esas devliği onun bilimsel kişiliğinden gelir.

Kendi kişisel tarihime de girerek bir örnek vermek istiyorum.

80’li yıllarda Cumhuriyet gazetesinde çalışıyordum. Gazetenin kültür sayfalarında iki haftada bir dönüşümlü olarak Şahin Alpay yönetiminde İngilizcede “non-fiction” olarak adlandırılan tarih, sosyal bilim vs alanlardaki araştırma kitaplarının tanıtımı/eleştirisi yapılıyordu.

Bir seferinde bu sayfada Karl Popper’ın ta 1945’te yazdığı “Açık Toplum ve Düşmanları” kitabı hakkında övücü bir yazı yayımlandı. Bu yazı üzerine Cumhuriyet gazetesinde kıyametler koptu, örneğin İlhan Selçuk henüz hayatta olan ve elbette Türkiye’de kendi adı üzerindeki tartışmalardan hiç haberi olmayan Popper’e hakaretler yağdıran bir yazı yazdı.

Şansa bakın ki ben o sırada Popper’in bugün bile Türkiye’de hiç bilinmeyen bir başka kitabını, İngiltere’den satın aldığım “The Open Universe: An Argument for Indeterminism”i okuyordum ve Cumhuriyet’teki tartışmayı neredeyse hiç anlamadan takip ediyordum.

Çünkü benim için Karl Popper bir bilim felsefecisiydi; gündelik siyasetle vs ilgili bir insan değildi. Hele Türkiye’de sol içinde yaşanan tartışmayla hiç ilgili değildi.

Popper’ı dünya çapında bugün bile önemli bir felsefeci yapan büyük katkısı bilimin ne olup ne olmadığına ilişkin teorisidir. Popper’a göre herhangi bir teorinin bilimsellik değeri taşıması için kanıtlanması, doğrulanması gerek şart değildir; buradaki gerek şart teorinin kendi içinde yanlışlanabilir olmayı içermesidir.

Popper bu teorisini henüz Avusturya’da, Viyana’da yaşarken yazdığı 1934 tarihli “Logik der Forschung” (Türkçede ancak 1998’de “Bilimsel Araştırmanın Mantığı” adıyla yayınlandı) adlı kitabında söylemiş ve bu sayede dünya çapında üne kavuşmuştu. Naziler Avusturya’yı ele geçirince önce Yeni Zelanda’ya, sonra Londra’ya gitti, ölene kadar ünlü London School of Economics’te ders verdi.

Popper’in pozitif bilimlerle ilgili ünlü tezinin doğal devamı 1945’te yazdığı ‘Açık Toplum ve Düşmanları’ kitabıyla geldi. Bu kitapta da ünlü felsefeci, pozitif bilimler için geçerli olan “bilimsellik” kıstasının sosyal bilimlerde geçerli olamayacağını uzun uzun anlattı.

1945’te yazılmış ve bir yerde düşünce dünyasını değiştirmiş olan bir tezin 1980’ler Türkiyesinde sanki dün ortaya atılmış gibi tartışılması, bu tartışmanın da o sırada “Türkiye’nin en entelektüel gazetesi” kabul edilen Cumhuriyet gazetesinde bir iç kavganın konusu olması bana çok trajik gelmişti.

Bu tartışmayı trajik bulan bir başka isim Mete Tunçay’dı. Çünkü o 1960’ların başında Londra’da Popper’ın öğrencisi olmakla kalmamış, onun Açık Toplum ve Düşmanları kitabının birinci cildini de Türkçe’ye çevirmişti.

Entelektüel seviyede çoktan geride kalmış olan bir tartışmanın Türkiye’de güncel olması komik bir şeydi bir yandan. Tam o dönemde tanıma onuruna ulaştım ben Mete Tunçay’ı. Yanlış hatırlamıyorsam İletişim Yayınları’nda, Murat Belge sayesinde tanıdım.

Elbette adını biliyordum, elbette özellikle bizim çevrelerde çok tartışma yaratan ‘Türkiye’de Sol Akımlar’ adlı doçentlik tezinden haberim vardı ama benim ilgimi esas çeken kitabı “Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, 1923-1931” idi.

Ben Batı yönelimli olduğundan, laikliğinden, Aydınlanmacılığından kuşku duyulmayacak ama Atatürk’e eleştirel yaklaşılan bir evde büyüdüm. Evde duyduğum Atatürk eleştirilerini hem kendi bilgisizliğimden hem de okullarda içinden geçtiğim Atatürk endoktrinasyonundan ötürü hiçbir zaman kafamda yerli yerine oturtamazdım, bende bu yerli yerine oturtma Mete Hocanın kitabı sayesinde başladı.

Yine hafızam beni yanıltmıyorsa, daha ilk tanışmamızda (ki ben o sırada 20’li yaşlarının ilk yarısında bir çocuktum) büyük bir heyecanla bunu kendisine de söyledim.

Mete Hoca benim anne babamın neslinden sayılırdı, 1936 doğumluydu ama karşımda hiç annem babam gibi olmayan, daha çok bir ağabey ve arkadaş gibi davranan muhteşem bir insan vardı. Hayran olmamak, saygı duymamak, ama bir yandan da kendimi sanki onunla eşitmişim gibi hissetmemek imkansızdı.

O dev cüssenin, o kocaman sakalların arkasındaki o bilgece kitapları yazan adam aynı zamanda neredeyse her şeyden alay edecek, gülecek, espri çıkartacak malzeme bulacak kadar nüktedan biriydi.

Yıllar içinde pek çok fırsat çıktı, zaman zaman bir yerlerde karşılaştık, uzun sohbetler ettik. Mete Hoca, benim tanıdığım başka hiç kimseye benzemeyen, Türkiye’nin entelektüel seviyesinin çok ötesinde birisiydi. Siz kafanızda Türkiye ile ilgili bir siyasi meseleyi yeni evirip çevirmeye başladığınızda o çok daha önceden aynı konuyu evrensel entelektüel ölçütler içinde düşünmüş, tartışmış ve kendine göre bir kanaat oluşturmuş olurdu.

Çok zamansız kaybettiğimiz Prof. Dr. Aydın Uğur’un evinde bir seferinde gece yarısına kadar hem oburluk edip hem de Mete Hocayı dinlediğimiz bir akşamı unutmama imkan yok.

Bu sabah Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman’ın yazısında okudum, bir seferinde Mete Hoca “Hepimiz Tarık Zafer Tunaya’nın paltosundan çıktık” mealinde bir laf etmiş. Tarık Zafer Tunaya bizim modern siyasi tarih anlatımıza en büyük katkıyı yapan akademisyenlerin başında gelir elbette ama Mete Hoca tevazu göstermiş bana soracak olursanız.

Üzücü şey, Mete Tunçay’ın geride büyük bir boşluk bırakarak gitmiş olması. Türkiye 80’li yıllarda entelektüel olarak ve bilgi olarak dünyanın epey gerisinde bir aydın sınıfına sahipti, bugün sanırım durumumuz çok daha acıklı, aradaki fark dünyanın bu kadar küçülmesine rağmen daha da açıldı.

Kendimi zorluyorum, ülkemizde yaşanan son gerçek entelektüel tartışmanın ne hakkında olduğunu da, kimler arasında yaşandığını da hatırlayamıyorum.

Bugün “Atatürk’e karşı eleştirel bir evde büyüdüm” cümlesini bile aslında korkarak yazıyorum; çünkü Atatürk’ün sadece dinciler tarafından eleştirildiği gibi bir fikri sabiti olmuş bir ülkeye dönüştük. Atatürk’ü eleştirmek tabu artık ülkemizde; oysa benim gençliğimde öyle değildi.

Hepimiz Mete Tunçay’a, onun bu ülkeye entelektüel katkısına çok şey borçluyuz. Ama kabul edelim, düşünce dünyamızın durumu da içler acısı. Çok daha sığ insanlarız.

Gerçek bir dev insanı kaybettik. Sevenlerinin başı sağ olsun. Nur içinde yatsın.

NATO askerleri Ukrayna’ya konuşlandığında Putin nasıl zafer kazanmış olacak?

NATO askerleri Ukrayna’ya konuşlandığında Putin nasıl zafer kazanmış olacak?

Beyaz Saray’da dün hızlı ve yoğun bir diplomasi trafiği yaşandı. Başkan Donald Trump Rusya-Ukrayna savaşı bitsin istiyor, bütün bu trafik o yüzden yaşanıyor.

Anlaşıldığı kadarıyla mesele iki konuda kilitlenmiş durumda: Ukrayna, 2014’te kaybettiği Kırım başta olmak üzere bazı topraklarını Rusya’ya kaybettiğini resmen kabul edecek, sınır yeniden çizilecek. Buna karşılık olarak NATO ülkelerinden 50 bin asker Ukrayna’ya konuşlanacak ve Rusya’ya karşı güvenlik garantisi verilmiş olacak.

Ne Volodimir Zelenski toprak vermek istiyor; ne Vladimir Putin bu savaşın kendisine göre “kök nedeni” olan NATO’nun Ukrayna’ya yerleşmesine razı.

Şunu anladı, Ukrayna NATO üyesi olmayacak ama yine de bir nevi NATO korumasında olacak. Putin bunu kabul edecek olursa Ukrayna’da bir zafer kazandığını iddia edemeyecek.

Ama buna karşılık aynı Putin 21. yüzyılda savaş yoluyla, silah zoruyla ülke sınırlarını değiştirmeyi başarmış olacak; Ukrayna da buna razı değil ve kendini fena halde yenilmiş hissedecek.

Savaş, kazan-kazan bir formülle değil, aksine kaybet-kaybet bir formülle çözülecek. Dün Beyaz Saray’dan ortaya çıkan manzara bu.

Her iki ülke de savaşı bu savaşın başladığı 2022 yılına göre daha geride bir pozisyonda sona erdirecek.

Sizce bu barış olsa bile yaşar mı?