17-09-2025
İsmet Berkan

Meşguliyetle tedavi

Meşguliyetle tedavi

Çocukluğum Basınköy adlı semtte geçti. Burası 27 Mayıs darbesi sonrası gazetecilerin kurduğu bir kooperatif için Emlak Kredi Bankası kredisi ile inşa edilmiş bir siteydi.

Bir tarafı denizdi, Menekşe ve Florya ile komşuydu. Bir tarafını ise o zamanlar adı ‘Londra asfaltı’ olan bugünkü E5 karayoluyla sınırı çizilen, yolun hemen karşısında Cennet Mahallesi oluştururdu.

Belediye gazetecilere ayrıcalık yapmış, Basınköy ile gazetecilerin çalıştığı Cağaloğlu arasında otobüs seferleri koymuştu ama eğer otobüsü kaçırırsanız veya beklemek istemezseniz Londra Asfaltına iner, Cennet Mahallesi durağından Küçükçekmece-Aksaray arası çalışan minibüslere biner, şehre öyle giderdiniz.

Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinin 19 yüzyıl sonu 20. yüzyıl başından bir fotoğrafı. Resimdeki boş araziler hastanenin tarla ve bostanları. Burada çalıştırılan hastalar “meşguliyetle tedavi” edilirdi.

Otobüs veya minibüs, şehre doğru giderken Şirinevler durağını geçip İncirli’ye doğru tırmanmaya başladığında, gidiş yönünüze göre sağda bir tabela herkesi gülümsetirdi. Burada “Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıklar Hastanesi Meşguliyetle Tedavi Merkezi” yazardı.

Binlerce yıllık tarihi olan ‘Bakırköy’ semti, İstanbul argosunda “Bakırköylük olmak” diye geçerdi, çünkü E5’ten bakınca gözüken hastane sıradan insan için ‘Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ değil, kısaca “Akıl Hastanesi” hatta “Tımarhane”ydi ve buradaki hastalar da “deli”ydi, ‘Ruh ve sinir hastası’ değil! (O zamanlar kimsenin ‘siyaseten doğru olmak’ diye bir kaygısı yoktu.)

Yoldan bakınca hastanenin tarla ve bostanları gözükürdü o zamanlar ve sık sık orada “meşguliyetle tedavi” edilen akıl hastalarını o tarlalarda pijamalarıyla çalışırken görürdünüz. (Hatta bazen bir “deli” pijamasıyla kaçar, minibüse binmeye kalkışır, hatta binenler de olurdu.)

Türkiye’nin kelime seçimleri ilginç. Örneğin ‘Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’ne “Tımarhane” deniyordu. Osmanlı’da 17. yüzyıldan itibaren “akıl hastaları”nın tımarhanelere kapatıldığı biliniyor. Tımar, Farsça kökenli bir kelime ve “Bakım” anlamına geliyor. Ama biz bu kelimeyi daha çok bir atçılık tabiri olarak biliyoruz, “Atları tımar etmek” mesela. Osmanlı’nın meşhur “Tımarlı sipahileri” var bir de. Devlet toprağının tahsis edildiği savaş ağalarının bu toprağa bakmak ve gelirini almak karşılığında Osmanlı’ya savaş sırasında vaat ettiği askerlerdi onlar. “Tımar vermek” bir savaş ağasına toprak tahsis etmekti. Türk usulü feodalizm yani.

Neyse, biz tekrar “tımarhane”ye dönelim; uzunca bir zamandır ülkemizin bir tımarhaneye dönüştüğünü düşünen pek çok kişi yaşıyor aramızda. Ben de bunlardan biriyim. Hatta yanılmıyorsam “Tımarhanede bugün” diye YouTube ve sosyal medya programları ve hesapları bile var.

Çocukluğumun Bakırköy’deki tımarhanesinde nasıl “meşguliyetle tedavi” yapılıyorsa, cennet (yoksa cinnet mi demeliyim?) vatanımızda yaşayan bizler de sürekli “meşgul” tutulmaya çalışılıyoruz.

Epeydir CHP ile, mutlak butlanla vs meşgul edildik, benim Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Katar dönüşü gazetecilere söylediğinden anladığım bir süre daha bu konuyla meşgul edilme ihtimalimiz hiç az değil.

Bu gerekli gereksiz meşguliyetlere genel olarak “Gündem” adı veriliyor ve biliyorsunuz ülkemizde gündem ışık hızında değişebiliyor, bugün konuştuğumuz şeyin yerine daha akşam olmadan yenisi gelebiliyor.

İşte bakın yeni meşguliyetimiz yeniden Türkiye ile İsrail arasında savaş çıkma olasılığına dair bitmez tükenmez gevezelikler olacak gibi duruyor.

Türkiye bir yana, İsrail’in kendisi de başlı başına başka bir tımarhane olduğu için ve bu ülkenin koltuğundan kalkmamak için soykırım dahil her yola başvurabilen bir de başbakanı olduğu için bu yeni meşguliyet İsrail kamuoyunu da aynen bizi ettiği kadar meşgul edecek gibi.

Umalım ve dileyelim ki bu yeni meşguliyetimiz de ışık hızında bir hızla değişsin, hepimizi tımarhanede tutan güç bize yeni bir meşgale daha bulsun. Çünkü içinde savaş kelimesi geçen meşguliyetler pek hoş şeyler değiller.

İsrail: İşine geldiğinde Osmanlı kanununu kullanır, gelmediğinde küfür eder

İsrail: İşine geldiğinde Osmanlı kanununu kullanır, gelmediğinde küfür eder

Bugün 10Haber’in bir numaralı haberi, eğer okumadıysanız kaçırmayın, 1880 yılında Osmanlı arkeologların Kudüs’te bir su kanalında buldukları 2700 yıllık bir kil tabletin bugün Türkiye ile İsrail arasında son kavganın konusu olmasıyla ilgili.

Hazır tarihte 2700 yıl kadar geriye gidilmiş ve bir kavga konusu daha bulunmuşken, ben de bir malumatfuruşluk yapmak istedim.

Biliyorsunuz İsrail, 1967 yılındaki Arap-İsrail savaşında Kudüs’ün doğusundan başlayıp Ürdün sınırını belirleyen Şeria ırmağına kadar olan Filistin topraklarını da işgal etti. Ama bu adı üzerinde işgaldi, İsrail bu bölgeyi (Batı Şeria) ilhak etmedi, kendi toprağına katamadı.

Ama katmak için ilk günden beri de uğraşıyor, bugün dahil Batı Şeria’daki Filistin toprakları dönüm dönüm, tarla tarla İsrailli “yerleşimci” denen dini fanatikler tarafından ele geçiriliyor, bu eli silahlı haydutlar İsrail polisi ve askeri tarafından da korunuyor.

İsrail Adalet Bakanlığının bürokratları 70’li yıllarda bu yerleşimcilerin işgallerini legalleştirmek için hukuki formül bulmaya, yani bölgeyi ilhak etmeye çalışırken bir eski Osmanlı kanunnamesine rastladılar.

Ta Kanuni Sultan Süleyman zamanında yazılan bir kanunnamede ekilip biçilmeyen, kullanılmayan toprakların “sahipsiz” kabul edilip bunlara el konulacağına dair bir kural buldular ve bu kural uyarınca, yani Osmanlı hukukuna dayalı olarak Filistinlilere ait tarlalara, topraklara el koymaya başladılar.

Tabii bunun için önce Filistinlilerin el konulacak birkaç dönüm tarlasını ekilemez, kullanılamaz hale getiriyor, Filistinli sahibi kendi toprağına gidemeyip orayı işleyemeyince yeterince bekleyip o tarlayı “sahipsiz” ilan ediyor ve oraya kendi binalarını dikiveriyorlar.

İsrail böyle bir devletin adı işte.