18-09-2025
İsmet Berkan

Kudüs Ey Kudüs: Pencereye yaslanmış merdivenin Kırım Savaşı ile ne ilgisi var?

Kudüs Ey Kudüs: Pencereye yaslanmış merdivenin Kırım Savaşı ile ne ilgisi var?

Herhalde kütüphanemdeki en yıpranmış, satırlarının altı en fazla çizilmiş olan Falih Rıfkı Atay’ın ‘Zeytindağı’ kitabıdır.

Osmanlı’nın çöküş ve sona eriş günlerine dair okuduğum en acıklı hatırat budur. Kitabın bu kadar yıpranmış olmasının sebebi Kudüs’e her gidişimde onu yanıma almam ve tekrar tekrar okuyup altını çizecek yeni cümleler bulmam.

Ama görmeden çok önce Kudüs’le tanışmamı ve bu şehre dair bir tutkuya sahip olmamı sağlayan kitap, Larry Collins ve Dominique Lapierre’in Türkçeye sevgili ve rahmetli Aydın Emeç tarafından çevrilen “Kudüs Ey Kudüs” kitabıdır.

Son olarak bir kitaptan daha söz edeyim. Benim bu şehirle ilgili bir aydınlanma yaşamama neden olan kitap da bu. Yazarı neredeyse bütün yetişkin ömrünü Londra’da sürgünde geçirmiş olan Iraklı mimar Kenan Makiya olan “Kaya.”

Kudüs sahiden büyüleyici bir şehir. Tabii eski şehir bölümünden söz ediyorum. Şimdi bizden çok uzakta gibi görünmesine rağmen bizimle ve tarihimizle yakından ilgili bir şehir.

İstanbul’u kuran ve sonra da Doğu Roma’yı Hıristiyanlığı kabul eden ilk büyük devlet yapan Bizans İmparatoru Konstantin’in bu dönüşümü annesi Helena’nın etkisiyle yaşadığı her yerde yazılıdır.

Yalova doğumlu ve çok güzel olduğu anlaşılan Helena’nın geçmişine dair pek çok lafazanlık var, onlara girmeyeceğim. Helena, azize ilan edilmiş olmasına rağmen Hıristiyanlık tarihinde kadri az bilinmiş önemde bir insan.

Çünkü yanında geniş bir grup din adamıyla birlikte Kudüs’e gitti ve İncil’de yazılı İsa’nın çarmıha geriliş öyküsünü gerçek coğrafi yerlerle ilişkilendiren ilk insan oldu. Yani bir kutsal kitabın aynı zamanda dünyamızın tarihine ilişkin “gerçek” şeylerle bağdaştırılmasının, kutsal kitapların sanki gerçek tarihi belgeler gibi okunmasının başlangıcını Helena’ya kadar götürebiliriz.

Bugün turistler ve Hıristiyan hacılar Kudüs’te Helena’nın “burası” dediği Roma karakoluna, “İsa’ya kendi haçını yapması burada söylendi” dediği marangozhaneye, “İsa sırtında haçını taşıyarak öldürüleceği yere giderken geçtiği yol burası” dediği “Via Della Rosa”ya (Güller Yolu), “O yolda sırtında haçla yürürken nefeslenmek için buralarda durdu” dediği “istasyonlar”a (bunların her birinde bir de kilise inşa edilmiş durumda), “işte tam burada çarmıha gerildi” dediği yere ve nihayetinde “Meryem ile Maria Magdelena İsa’nın bedenini çarmıhtan alıp bu mağaraya koydu, ama ertesi gün geldiklerinde Tanrı İsa’yı yanına almıştı, bedeni orada değildi” dediği mağaraya kutsal muamelesi yapıyorsa, hepsi Helena’nın bu mitolojiyi somut yerlerle birleştirmesi sayesinde.

Helena’nın “İsa burada çarmıha gerildi ve bu mağaradan göğe yükseldi” dediği yer Romalıların idamları infaz ettiği Golgotta adı verilen bir tepeydi. Orada, yani çarmıhın yerleştirildiğine inanılan çukur ve Hazreti İsa’nın bedeninin konduğu iki adım ötedeki mağaranın üzerinde dev bir kilise yükseliyor: Doğuş Kilisesi. Bu kiliseyi de Helena yaptırdı.

Doğuş Kilisesi Hazreti İsa’nın çarmıha gerildiğine inanılan yerin üzerinde yükseliyor. Kapısı ve içi her zaman çok kalabalık.

O kiliseye gidenlerin dikkatini kilisenin dış cephesinde, ana kapının üzerinde sağdaki pencerelerin önünde duran bir merdiven çekmiş olabilir. O merdivenin orada olma öyküsü, Kudüs konusunda tarih boyunca yaşanan ve bugün de yaşanmaya devam eden kavganın özeti gibidir.

Kudüs’ü Osmanlı toprağına Kanuni Sultan Süleyman kattı. Kanuni şehre girdiğinde Kudüs perişan durumdaydı, büyük bir imar hamlesi başlatıldı. Şehrin tarihi surları ve burada Doğuş Kilisesi de onarıldı.

Bu kiliseyi yönetmek, temizliğini ve bakımını yapmak çeşitli hıristiyan mezhepleri arasında büyük bir sorundu. Kanuni bu kavgaya da son verdi, kilisenin yönetimini eşit ve dönüşümlü olarak mezheplere bıraktı.

Ancak bu düzen sık sık bozuldu, sık sık mezhep çatışmalarına, kanlı olaylara neden oldu. Evet, eskiden de Kudüs’te din yüzünden kan dökülürdü ama Müslümanlar ve Yahudiler bu kavganın tarafı değildi; kavga Hristiyanlar arasındaydı.

Aradaki uzun tarihi atlıyorum, 1852 yılında bu kilisenin çatısında bir çöküntü meydana geldi, yağmurda içine su doldu.

Peki bu onarımı kim yapacaktı? Bu sorun bir türlü çözülemedi. Yeniden kavga çıktığında devreye çok uzaklardan Rus çarı girdi, kendisini bütün ortodoksların koruyucusu ve hamisi ilan eden Çar, Osmanlı’ya bir ültimatom vererek Kudüs’teki kilisenin kendi yönetimine bırakılmasını talep etti.

Bu taleple başlayan Osmanlı-Rus gerginliği en sonunda çok büyük bir uluslararası krize dönüştü ve Kırım Savaşı bu yüzden yaşandı. İngiltere ve Fransa, Osmanlı ile birlikte Kırım’da Rusya’yı ağır bir yenilgiye uğrattı.

Bu arada kilisenin bakımıyla ilgili sorunu da Sultan Abdülmecid’in bir kanunnamesi çözdü. Padişah, kanunname ile kilise ve etrafındaki her şeyin o an olduğu gibi bırakılıp dondurulmasını emretti ve kilisenin bakım onarım işlerini müslümanların üstleneceğini ilan etti.

Az önceki fotoğrafta fark etmemiş olabilirsiniz, ana kapının üzerinde hemen sağdaki pencerelerin önündeki merdiven 1852 yılından beri orada öyle duruyor.

İşte o yüzden kilisenin ana kapısının hemen üzerinde sağdaki pencereye yaslı merdivene de 1852 yılından beri kimse dokunmamıştır, o orada öylece durur. Bir müslüman aile bugün bile kilisenin anahtarını taşır, her sabah gelir kilisenin kapısını açar, her akşam da kapıyı kilitler. Bütün Hıristiyan aleminin en kutsal mekanında durum budur, Osmanlı artık yok, ama orada 173 yıldır “Osmanlı barışı” devam ediyor.

Bu çok özet anlattığım öyküden benim çıkardığım sonuç şu: Kudüs’te yaşanan ve son derece önemsiz gibi gözüken olaylar bile sonunda uluslararası yansımaları olan, hatta tarihte değiştirici etkiye sahip çok daha büyük şeylerin başlatıcısı olabilir.

Kırım Savaşı sırasında Selimiye Kışlası İngiliz ordusu tarafından hastane olarak kullanıldı. Florence Nightingale burada hemşirelik yaptı ve bir anlamda mesleğini başlatan insan oldu.

İstanbul’da dolaşırken Selimiye Kışlası’nı veya yakınındaki bugün Sağlık Bilimleri Üniversitesi olan eskinin Haydarpaşa Lisesi ve sonrasında da GATA olan binayı, Şişli’de La Paix hastanesini vs gördüğünüzde, Üsküdar’a Gider İken şarkısını duyduğunuzda, Florence Nightingale adını işittiğinizde önce Kırım Savaşını, sonra da Kudüs’te havada duran o merdiveni hatırlayın.

Tarihin her zaman rasyonel akılla yaşanan bir şey olduğunu sakın sanmayın. 4. yüzyılda Bizans İmparatoru’nun annesinin çıktığı bir gezide gördüğü ve işaretlediği yerler dönüp bugün savaşların gerekçesi haline gelebilir. Tarih boyunca oldu zaten, Haçlı Seferlerinde kaç kişi öldü?

Bugün İsrail’in yaptığı, zamanında Helena’nın yaptığının çok ileri bir versiyonu. Kutsal kitaplarını alıyor ve sanki tarihteki gerçekleri anlatıyor gibi okuyor, sonra da milyonlarca insanı etnik temizliğe tabi tutuyor, soykırıma uğratıyor.

1882 yılında bir delikanlının ayağına takılan ve sonra İstanbul’un Arkeoloji Müzesi’ne kadar gelen 2700 yıllık bir tablet bugün güncel bir kavganın konusu oluyorsa hiç şaşırmamak gerek.

Kudüs binlerce yıllık tarihini her gün yeni baştan yaşayabilen bir şehir. O tarih de hepimizin tarihi, sadece henüz 77 yıllık İsrail devletinin değil.

Ali Erbaş dine hizmet mi etti, zarar mı verdi?

Ali Erbaş dine hizmet mi etti, zarar mı verdi?

Başlıktaki soruyu sizin konuyu düşünmeniz için soruyorum. Yoksa benim cevabım belli: Zarar verdi.

Türkiye, yerli yersiz nüfusunun yüzde 99’unun müslüman olmasıyla övünülen ülkenin adı.

Yani aramızda “kafir”ler dolaşmıyor. Bu ülkede Diyanet İşleri Başkanlığı isimli bir kurum olmasının nedeni o “kafirle”ri hak dinine davet etmek, tebliğde bulunmak değil.

Aksine dini inancın bu ülkede herkes tarafından paylaşılan az sayıda birleştirici unsurdan biri olması vasfına zarar vermemek, dini daha sevilebilir, daha genç, daha modern ve daha kapsayıcı yorumlayıp bu birleştiriciliği hep kuvvetlendirmek olmalı Diyanet’in görevi.

Nitekim Ali Erbaş göreve gelene kadar iyi kötü öyleydi Diyanet’in işlevi.

Ama Ali Erbaş yeterince müslüman olmadığımıza inanıyordu ve bizi müslüman yapmaya karar verdi. Üstelik kendi bildiği gibi, tek tip müslüman olmamızı istedi. Hepimizi eğitmeye kalktı, hepimizin ahlakına çeki düzen vermeye girişti.

Bunu yaparken, evet belki Taliban seviyesinde bir dindarlaştırmaya kalkışmadı ama yaptığı din yorumuyla cami cemaatini bile dinden soğuttu. Onun döneminde camide düzenli namaz kılanların sayısında göreli bir azalma yaşandı.

Bunu nasıl başardı? Çok basit: Kendini siyasetin emrine vermekle kalmadı, siyasetin ona vermediği vazifeleri bile o durumdan kendine vazife çıkararak üstlendi. Böylece Diyanet İşleri Başkanlığını gündelik siyasi tartışmaların bir aparatı haline getirdi, Ak Parti’nin propaganda borazanlarından biri yaptı. Oysa Ak Parti ondan böyle bir şey istememişti.

Türkiye Cumhuriyeti büyük bir öz güvenle alicenaplık yapmış, nasıl Kudüs şehri bütün insanlığın ortak değeriyse Ayasofya’yı da cami olmaktan çıkartıp bir müzeye çevirmiş, bütün insanlığın ortak kültür hazinesine dahil etmişti.

Siyaset Ayasofya’yı yeniden camiye çevirmekte kendince bir fayda hissetmiş veya bir intikam hissini bu yolla tatmine yönelmiş olabilir. Konu dini değil siyasi bir konu. Ama o siyasi hareketin başa geçirdiği Diyanet İşleri Başkanı kendisi de aynı intikam ve aşağılık kompleksiyle dolu olarak o camiye elinde kılıçla gitti. O kılıcın sembolik anlamı din alimlerinin değil maalesef psikologların konusu.

Bir siyasi iktidar şu veya bu sebeple Türkiye’nin büyüklüğünü ve gerçekte ne olduğunu unutmuş, kendince Ayasofya üzerinden aşağılık komplekslerini dünyaya ilan etmiş olabilir, bir din aliminin buna alet olması inanılır gibi değildi.

Ali Erbaş dönemi maalesef ülkemizde dinin birleştirici gücünün azaldığı bir dönem olarak anılacak. Umarım yerine gelenler gerçek işlevlerinin bu milleti kendi istedikleri şekilde tek tip müslüman yapmak değil onlara dinin güzel ahlakını ve kardeşliği teşvik eden mesajını iletmek olduğunu hatırlar ve ona göre hareket ederler.