13-10-2025
İsmet Berkan

Yurtta sulh, cihanda sulh

Yurtta sulh, cihanda sulh

Atatürk’ün meşhur sloganını duymayanımız yok elbette ama acaba kaçımız bu sloganın anlamı hakkında gerçekten düşündük?

Geçen gün yazısında Ertuğrul Özkök hatırlatınca fark ettim, ben de bu sözleri bir slogan olarak görmüş, anlamı üzerine pek de kafa yormamıştım.

Oysa bugünler tam olarak bu sloganın gerçek anlamını kavrama günleri.

Bakın, bugün öğleden sonra Mısır’ın Şarm El Şeyh kentinde alel acele bir araya gelmiş ve içeriği oluşturulmuş olsa da çok önemli bir toplantı yapılacak. Toplantıda sadece İsrail-Filistin barışı değil; genel olarak Ortadoğu barışı konuşulacak.

Toplantının en önemli aktörlerinden biri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olacak. Çünkü, bu sabah ilk rehinelerin teslim edilmesiyle gerçek manada çalışmaya başlayan İsrail-Hamas ateşkesi büyük ölçüde onun ağırlık koyması sayesinde elde edildi.

Erdoğan bir barış yapıcı olarak bizzat Amerikan Başkanı Donald Trump tarafından sürekli öne çıkarılıyor.

Trump, Türkiye ağırlığını koymasa Hamas’ın rehineleri teslime yanaşmayıp sonsuz bir savaşı sürdüreceğini düşünüyor. Aslında haksız da olmayabilir. İran’ın tamamen devreden çıkmış olması ve Türkiye’nin Hamas’la ilgili tutum değişikliği, Hamas’ı iknaya çalışan İslam dünyasında bunu başaracak yeterli kritik kütleyi oluşturdu.

İsrail-Hamas ateşkesi Erdoğan’ın aktif biçimde katıldığı yegane barış süreci değil. Bir de biliyorsunuz ülkemizde PKK ile kotarılmaya çalışılan bir başka barış süreci var. Eğer bu başarılırsa, sahiden hepimiz için son derece önemli bir şey yapılmış olacak. PKK ile süren savaşın tek tek hepimize nelere mal olduğunu söylemeye bile gerek yok, hepimiz zaten biliyoruz.

Erdoğan bununla bağlantılı olarak Suriye içinde de iç barışı sağlamaya çalışıyor, orada da bir numaralı aktör.

Şanını yaşamak Amerikan Başkanına düştü ama aslında aynı Erdoğan’ın Azerbaycan-Ermenistan barışını sağlayan başlıca faktör olduğunu, bu sayede Ermenistan-Türkiye barışının da mümkün olma noktasına geldiğini hiç unutmayalım.

Ve tabii son olarak Rusya-Ukrayna savaşı var. Bu savaşta Cumhurbaşkanı Erdoğan, zaman zaman kızgınlığa sebep olsa ve savaştan faydalanmak olarak yorumlansa da, iki ülke arasında mutlak bir tarafsızlığı sağladı. Aynı anda hem Putin’le hem Zelenski ile görüşebilen az sayıda dünya liderinden biri Erdoğan.

Türk kamuoyunun hiç ilgisini çekmeyen başka barış girişimleri ve başarıları da oldu Cumhurbaşkanı’nın. Afrika’da elde edilen bu başarılar da unutulmamalı.

Bütün bunlar aslında gurur verici, Türkiye adına hepimizin dünya üzerindeki imajını düzeltici ve ülkemizi bir anlamda uluslararası ilişkilerin merkez ülkelerinden biri haline getirici gelişmeler.

Ama biz, mesela ABD Başkanı Trump kadar sevinmiyoruz bu olan bitene. Ülkemizin Cumhurbaşkanının “cihanda sulh”u sağlamak için bunca mesai harcıyor, üstelik başarılı da oluyor olması bizi hiç mi hiç etkilemiyor.

Neden peki?

Basit bir sebeple: ‘Cihanda sulh’u sağlamaya çalışan Cumhurbaşkanı ‘yurtta sulh’ konusuyla hiç ilgilenmiyor; aksine yurtta savaşın sonsuza kadar devam etmesini ister gibi davranıyor.

Örneğin ülkenin ana muhalefet partisine yargı eliyle açıkça ve sistematik biçimde müdahale edilirken bir minik eleştiri cümlesi bile kullanmıyor, tam tersine kendini savcı yerine, hatta ileride karar verecek hakim yerine koyuyor, daha ortada iddianame yokken CHP’lileri suçlu ilan ediyor.

Kendisinin de şahsen tanıdığı, partisinin eski bir milletvekili içinde nezaket dışı en ufak bir kelime bile bulunmayan cümlelerle kendisini eleştirdi diye hapse atılınca çıkıp tek kelime etmiyor, “Durun arkadaşlar ne oluyor” demiyor.

Gencecik, üniversite öğrencisi insanlar Cumhurbaşkanına hakaret, hatta ‘Cumhurbaşkanını tehdit’ suçlamasıyla işgüzar polisler ve savcılar tarafından hapse atılırken çıkıp “Abartmayın” demiyor.

Tam tersini yapıyor, sanki kendisi siyaseten zayıf bir insanmış gibi polis ve adliye tarafından özel ihtimamla korunuyor olmasından duyduğu memnuniyeti sık sık sergiliyor, vatandaşla arasına polis ile adliyeyi koymaktan özel keyif aldığını belli ediyor.

Sık sık “iç cepheyi kuvvetlendirmek”ten söz ediyor ama ülkenin karpuz gibi ikiye bölünmüş olmasından hiç şikayet etmiyor; yeter ki karpuzun kendisini destekleyen bölümü yarıdan biraz fazla olsun, buna uğraştığını gizleme gereği bile duymuyor.

Düşünceyi ifade etmeyi yeniden suç haline getirdiği için en ufak bir pişmanlık içinde değil. Osman Kavala, Ayşe Barım veya Selahattin Demirtaş onun için insan ve birey değil, sanki minik karıncalar. O kadar uzaktan bakıyor.

Pek çok kişi tam da bu nedenle sorguluyor: Yurtta sulh olmadan cihanda sulh olur mu?

Cihanda sulh oluyor ama o sulha büyük katkısı olan lider yurtta bunun keyfini süremiyor, kendisinin siyasi rakipleri tarafından bile bu başarılarıyla anılmasına neden olacak şeylerden bile paylaşılan bir gurur elde edemiyor.

Ülkede güven ortadan kalkınca…

Ülkede güven ortadan kalkınca…

Bugünlerde Netflix’te bir dizi izliyorum, adı 7 Seconds.

Dizi New York’ta değil de hemen burnunun dibindeki Jersey City kentinde geçiyor. Doğum yapmak üzereyken hastaneye kaldırılan karısına yetişmeye çalışan bir polis, otomobiliyle 15 yaşında bir siyasi çocuğu eziyor. Olay yerine gelen diğer polisler olayı örtbas etmeye kalkıyor.

Kısa süre sonra savcılığın bu kazayla ilgili polisleri soruşturduğu duyulunca birdenbire o karakolun önünde protesto gösterileri başlıyor. Mesele tek bir siyahi çocuğun ezilmesi olmaktan çıkıyor, polisin bütün siyahlara karşı davranışına dönüşüyor.

Dizi, bir yandan aslında son derece sıradan bir trafik kazasını, onun taraflarını, çocuklarını kaybeden anne babanın travmasından o çocuğu ezen polisin başta çektiği vicdan azabından giderek ırkçılaşmasına kadar pek çok şeyi ince ince ve sabırla anlatıyor.

Ama en önemlisi, Amerikan toplumundaki polise karşı güvensizliğin boyutlarını ve üstelik bu güvensizliğin çok da haksız olmayabileceğini hepimize hissettiriyor.

Bu diziyi seyrederken geçen yıl Van’da önce kaybolan, sonra da cesedi Van Gölünde bulunan Rojin Kabaiş’in ölümü sonrası yaşadıklarımız aklıma geldi.

Büyük olasılıkla Rojin’in bir cinayete mi kurban gittiğini, yoksa intihar mı ettiğini, yoksa kazayla mı öldüğünü hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz.

Her üç tezi de destekleyen görüşler ve deliller var ama temelde aslında elde delil yok. Rojin’in üzerinde bulunan DNA sahiden onu taşıma esnasında bulaşmış da olabilir. Ama tabii vajinasındaki DNA izah bekliyor.

Öte yandan Rojin’de cinsel saldırıya uğradığına dair bir bulgu da bulunamadı.

Her neyse mesele Rojin’in ölüm biçimi değil; bu ölümün yeterince özenle araştırılmamış olması ve bunun kamuoyunda yarattığı tepki.

Dün Türkiye’nin pek çok yerinde Rojin Kabaiş için sokak gösterileri vardı. Bu gösterilerin sebebi, Türkiye’de kadınların başına gelen şiddet olayları söz konusu olduğunda polisin ve genel olarak yargı kurumunun bu olayları sahiden araştırıp araştırmadığına dair derin güvensizlik.

Biz böyle şeyleri siyasi konularda yaşıyoruz ama Rojin siyasi bir kişi değildi, sadece üniversite okumak için Diyarbakır’dan Van’a gelen genç bir kadındı.

Ülkede güven ortadan kalkınca, çok üzücü olmakla birlikte belki de sıradan bir insani dram olan Rojin’in ölümü, sokak gösterilerinin konusu haline geliveriyor işte.

Bu güveni sağlamak sorumluluğu polise ve yargıya düşüyor.