16-10-2025
İsmet Berkan

Can Holding soruşturmasına bakıp Selam-Tevhid’i hatırlamak

Can Holding soruşturmasına bakıp Selam-Tevhid’i hatırlamak

Fethullah Gülen’in önderliği etrafında toplanan ve uzun süredir artık sadece ‘FETÖ’ diye jenerik bir isimle andığımız örgütün en güçlü olduğu dönemlerin bana göre en çarpıcı dosyalarından biri Selam-Tevhid soruşturmasıydı.

Ortada “suç” denebilecek hiçbir şey olmadığı halde savcılığın ve polisin inanılmaz miktarda maddi-manevi kaynağı bu soruşturmaya yöneltilmiş, bu saçma sapan paranoya soruşturmasında binden fazla insanın telefonu dinlenmiş, yüzlercesi polislerin fiziki takibine maruz kalmıştı.

Ama bu soruşturmayı esas olay yapan şey, soruşturmacı polislerin ve savcıların mantık yürütme biçimiydi. Kısaca anlatmaya çalışayım:

Selam-Tevhid, İran yanlısı görüşleriyle bilinen ve bir derginin etrafında oluşmuş bir küçük cemaat veya örgüt. Bu grubun önde gelen ismi cezaevinden tahliye olur olmaz polis tarafından fiziki takip başlar . O kişi İstanbul Fındıkzade’de bir pastanede birileriyle buluşur, hop onlar da takibe alınır. O kişiler başkalarıyla görüşür. Hop anlar da takipte. Böyle böyle çember ve soruşturma kapsamındaki insan sayısı genişler.

Ortada bir suç veya suç kanıtı yoktur, ama bu polisin “ilişkiler zinciri” dediği saçmalık sonunda kime kadar ulaşır? Dönemin Milli İstihbarat Teşkilatı Başkanı Hakan Fidan’a.

Ve tabii ondan da doğal olarak Başbakan Tayyip Erdoğan’a.

Polisin Selam-Tevhid soruşturmasında yaptığı şeyin bir matematik teorisi var. Adına şaka yollu “Ayrılığın altı derecesi” deniyor ama teori ayrılığı değil modern hayatta dünyanın her yerinde hepimizin birbirimizle ne kadar bağlantılı olduğunu anlatıyor aslında.

Teoriye göre dünyanın herhangi bir yerindeki bir kişi ile sizi birbirine bağlamak için en fazla 6 bağlantı noktasına ihtiyaç var.

Kendimle Başkan Donald Trump’ı ben tek bir bağlantı noktasıyla bağlayabiliyorum örneğin. Ben Mehmet Ali Yalçındağ’ı tanıyorum, o da Donald Trump’ı.

Bu teori yine şaka yollu Amerikalı sinema oyuncusu Kevin Bacon’ın adıyla anılır. Dünyadaki herkes en fazla 6 bağlantıyla Kevin Bacon’la ilişkilendirilebilir. Yine kendimden örnek vereyim. Ben yönetmen Sinan Çetin’i tanıyorum; o Amerikalı oyuncu Chevy Chase’i ve Chase de Kevin Bacon’ı. Gördünüz mü, iki adımda bağlandım.

Hadi bunlar meşhur kişilerdi. Ama Afrika’daki bir yerliyle bile bağlanmam en fazla 6 adım sürecek matematiğe göre.

Selam-Tevhid de böyle işte. Hapisten çıkan bir dergi yayıncısını Türkiye’nin Başbakanına ve MİT Başkanına bağlamak aslında iş bile değil. Mesele onları birbiriyle ilişkilendirmek değil, mesele onların aynı suçu işlerken ortak davranıp davranmadıklarını bulmak. Oysa polis ve savcılık bu suç konusuyla neredeyse hiç ilgilenmemiş, kapsama aldığı bütün kişileri prensip olarak suçlu kabul etmiş.

Bence hukuk fakültelerinde ders konusu olacak bir şey. İdeolojilerimiz, ön yargılarımız veya gizli ajandalarımızın bizi kanunda yazan suçlar ortada olmasa bile nasıl suç ve suçlu görmeye yönlendiriyor, ilginç bir akademik konu.

Ama tabii bu mesele, Türk Ceza Kanunu, polis ve savcı söz konusu olduğunda bir ilginç akademik mevzu olmaktan hemen çıkıp pek çok birey için çok ciddi bir endişenin konusuna dönüşüyor.

Şimdilerde devam eden bir suç soruşturması, çok fazla detay bilmiyor olmamıza rağmen bana Selam-Tevhid soruşturmasını hatırlattı.

Biliyorsunuz, İstanbul’da önce Küçükçekmece Cumhuriyet Başsavcılığı başlattı, şimdi durumun ciddiyetine binaen soruşturmayı İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı devraldı, Can Holding isimli holding soruşturuluyor.

Soruşturmadan dışarı sızan bazı MASAK raporu rakamları, bunun Cumhuriyet tarihinin en büyük kara para soruşturması olduğunu bize söylüyor. MASAK raporlarından anladığımız bu holding 2019 yılından bu yana kaynağı bilinmeyen on milyarlarca doları sisteme sokmak ve aklamakla suçlanıyor. İddiaya göre bu paranın  kaynağı da yurt içine ve dışına yönelik sigara kaçakçılığı.

Can Holding’in kendisine yönelik soruşturma zaten yeterince büyük. Bu yüzden holdingin 121 şirketine birden el kondu, hepsi kayyum yönetimine geçti.

Ama orada da kalmadı. Bir gün ansızın soruşturmaya Turgay Ciner’e ait Park Holding şirketleri de dahil oldu. Şu ana kadar bildiğimiz, Can Holding’in Park Holding’den Ciner Medya Grubu varlıklarını 350 milyon dolarını peşin ödeyerek 575 milyon dolara satın aldığı. Yine görebildiğimiz, Ciner Grubu’nun bu paraya şirketini satarak kara paranın aklanmasına yardımcı olmakla suçlandığı.

Bu suçlama tuhaf; çünkü Türk hukuku satıcıya alıcının parasının kaynağını araştırma yükümlülüğü vermiyor. Ama savcılık Ciner Grubuna yöneldi, bu grubun da çok sayıda şirketine el kondu, kayyum yönetimine devredildi.

Derken soruşturma orada da durmadı; Ciner Grubunun soda madenciliği ve soda üretimi konusunda İngiltere ve Amerika’da kurulu şirketlerde ortağı olan Şişe Cam’ın yönetimine sıçradı.

Ne ilgisi var diyeceksiniz. Şu ana kadar elde olan bilgiler, sadece az önce sözünü ettiğim “ayrılığın altı derecesi”nden başka bir ilişki bize göstermiyor. Biri “suçlu” öbürü o “suçlu”yla ticaret yapmış, beriki o ticaret yapanın tamamen başka bir şirketteki ortağı.

En başta o “suç”un kanıtlanması lazım. Sonra da bütün bu irtibatların da “suç” olduğu kanıtlanabilmeli.

Bütün bunlar yıllar sürecek yargı işlemleri. Ama bu arada onlarca şirket çoktan sermayedarlarının kontrolundan çıkmış, kayyum yönetimine geçmiş durumda.

Buradaki tuhaflığa benden başka şaşıran yok mu acaba?

Türk parasının kıymetini korumasak ne olur?

Türk parasının kıymetini korumasak ne olur?

Amerika’da 1929 yılında başlayan “Büyük Ekonomik Buhran” kısa sürede Türkiye’yi de etkileyince, dönemin hükümeti, bunalımın etkisinin geçici olacağı varsayımıyla sadece 3 yıl yürürlükte kalmak üzere bir kanun çıkardı.

1930 yılının Şubat ayında çıkan bu kanun meşhur ‘Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu.’

Kanunun temel özelliği altın ve kıymetli madenler dahil bütün kambiyo hareketlerini kısıtlaması ve bu kısıtlamaların ne ölçüde yapılacağını belirleme yetkisini de Bakanlar Kuruluna vermesi.

Dediğim gibi üç yıllığına çıkarılan bu kanun defalarca yine üç yıllığına uzatıldı, nihayet 1970 yılında da sürekli kanun haline geldi.

Türkiye’de Bakanlar Kurulları bugüne kadar bu kanunun nasıl uygulanacağı, yani ülkemizdeki kambiyo rejimi ve kıymetli madenlerin ülkeye nasıl girip çıkacağı konularını düzenlemek üzere 32 kez karar aldı. Halen 1989 yılında çıkarılmış olan meşhur 32 Sayılı Karar yürürlükte. Bu kararın kendisinde sık sık değişiklik yapıldı ama yerine 33 Sayılı Karar çıkarılmadı aradan geçen 37 yılda.

Türk Parasının Kıymetini Koruma kanunu elbette en önce Merkez Bankası’nı ve bütün bankaları, sonrasında bütün ithalat ve ihracat yapan şirketleri ilgilendiriyor ama nihayetinde tek tek hepimiz de bu kanundan etkileniyoruz.

Bu kanuna aykırı davranışları nedeniyle hapse atılan insanlar hatırlıyorum; polis evinde dolar bulmuş mesela. Bugün pek çoğumuz cüzdanımızda yabancı para taşıyabiliyoruz. Zaten kredi kartlarımız var, yurt dışında da kullanabildiğimiz vs. Bunlar hep 32 Sayılı Karar sayesinde. Yani kanunun uygulamasının genişlemesi sayesinde.

Dün ilginç bir şey oldu, Anayasa Mahkemesi bu yıl Haziran ayında aldığı bir kararın gerekçesini web sitesinde yayınladı.

Mahkeme, 1930’da çıkmış olan Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu’nun birinci maddesini Anayasaya aykırı bulmuş ve iptal etmişti.

AYM’nin iptal gerekçesi özünde şu: Bu kanun Cumhurbaşkanına cezai düzenlemeler getirme yetkisi de veriyor, oysa bu yetki yasama organınındır, Cumhurbaşkanına yasama yetkisi verilemez.

Kağıt üzerinde çok güzel ve haklı bir karar. Ancak sorun şu: Bu kanun 1930 yılından beri yürürlükte ve ilk çıktığı günden beri yürütme organına (bugün cumhurbaşkanı, düne kadar bakanlar kurulu) bu yetkiyi veriyordu, yani ortada yeni bir şey yok.

Tabii şu denebilir: Konu Anayasa Mahkemesi’nin gündemine yeni geldi ve mahkeme bugün aldı bu kararı.

Ama bu da doğru değil. Çünkü Anayasa Mahkemesi geçmişte bu konuda en az iki kez daha karar almıştı; hem de 1961 Anayasası döneminde bu kanun için Adalet Partisi Meclis ve Senato Grupları tarafından açılan Anayasaya aykırılık iddialı davalarda. Bu davalardan ilki 1963 yılında, ikincisi ise 1964 yılında karara bağlanmış ve Anayasa Mahkemesi iki seferinde de “Anayasaya aykırılık yok” demişti.

Dediğim gibi AYM’nin bugün aldığı kararı ben ilke olarak doğru buluyorum ama hukukumuzda hala çelişki var. Meclis’in, yani yasama organının en temel yetkilerinden biri vergi koyma yetkisi. Oysa pek çok vergide oranları belirleme yetkisi düne kadar Bakanlar Kurulu’na, bugün ise Cumhurbaşkanına bırakılmış, yani fiilen vergiyi cumhurbaşkanı koyuyor veya kaldırıyor. Oysa bu yetkinin de parlamentoda olması gerekir.

Şimdi AYM kararı 9 ay sonra yürürlüğe girecek ama bugünden biliyoruz, artık fiilen bir Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunumuz yok. Hiç olmasa ne olur, sanki çok vahim bir sonuç doğurmaz gibi duruyor ama yine de uzmanların konuşması daha iyi bu konuda.

Bugün 10Haber’in başlığı durumu en iyi anlatan şey belki de: Anayasa Mahkemesi 1930 tarihli yasayı iptal etti, Türkiye birden bire dünyanın en liberal ülkesi oldu