27-04-2024
İsmet Berkan

Türkiye neden kuvvetler ayrılığını tercih etmiyor?

Türkiye neden kuvvetler ayrılığını tercih etmiyor?

Daha yeni 100. kuruluş yıldönümünü kutladığımız cumhuriyetimiz aslında bir büyük siyasal devrimdir. 600 yıllık Osmanlı saltanatına son vermiş, sıfırdan cumhuriyet olarak kurulmuştur.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kuruluşunun 104. yılını daha yeni kutladık. O Meclis 23 Nisan 1920’de açılmasının ardından Kurtuluş Savaşı’na milli ve demokratik meşruiyet sağlamış, savaşı yapmış ve yönetmiş, ucu cumhuriyete varan büyük devrimin başlatıcısı ve uygulayıcısı olmuştur.

Bu büyük devrimin lideri Mustafa Kemal Atatürk’ün anlatımlarına bakınca onun gözünde Osmanlı’nın neden çöktüğü de, koca ülkenin nasıl ve neden işgal edildiği de tartışma götürmez biçimde nettir: Osmanlı’nın tek adamın iradesine dayalı, milleti ve arzularını hiçe sayan kötü yönetim nedeniyle.

Peki ama böyle bir geçmişten gelen bir ülke neden daha ilk başta o tek adam iradesine dayalı yönetim biçimini reddetmez ve ortak akılla yönetmeyi mümkün kılmak için bulunmuş en iyi sistemi, kuvvetler ayrılığı ilkesini benimsemez?

Bu soru ülkemiz açısından mutlaka sorulması ve cevabı aranması gereken bir soru bana göre.

Atatürk eleştirirken padişahlığın babadan oğula geçmesinin, tek karar vericinin kutsiyet de kazanmış böyle bir otorite olmasının sakıncalarını gayet inandırıcı bir dille anlatır. Bu anlatımların çok sayıda örneğini Nutuk’ta da, Atatürk’ün çeşitli vesilelerle Meclis’te yaptığı konuşmalarda da bulabilirsiniz.

Ama aynı Atatürk sıra uygulamaya geldiğinde kuvvetler birliğini savunur, kuvvetler ayrılığını türlü çeşitli biçimlerde aşağılar. Atatürk tabii ‘kuvvetler birliği’ derken iktidarın farklı zamanlarda farklı biçimlerinden söz eder. Başlangıçta bütün kuvvetlerin birleştiği yer Meclis’tir; kuvvetler birliği Meclis’te vücut bulur. Sonra Meclis ikinci plana düşmeye başlar, en sonunda da Cumhurbaşkanlığı’nda vücut bulur. Atatürk her seferinde bunu kuvvetler birliği olarak savunur.

Önümde Taha Akyol’un yeni kitabı var. Doğan Kitap’tan çıkan kitap ‘Atatürk’ün Anayasası 1924 – Tek Partiden Cumhurbaşkanlığı Sistemine 100 Yıl’ adını taşıyor.

Titiz bir tarih araştırmacısı ve hukukçu olarak Taha Akyol bugüne kadar yapılmamış bir şeyi yapmış, Cumhuriyet’in ilk anayasası olan 1924 Anayasasının kabulü sırasında Meclis’teki tartışmaları özetlemiş.

Taha Beyin kitabının merkezinde de bu kuvvetler ayrılığı-kuvvetler birliği tartışmaları var.

Bir kısa bilgi vermeliyim: 23 Nisan 1920’de oluşan birinci Meclis’te Mustafa Kemal’e ciddiye alınması gereken bir muhalefet vardı. ‘İkinci Grup’ olarak adlandırılan bu muhalefet azınlıktı ama sesi çok çıkıyordu (Ama unutmayın 1 Kasım 1922’de Osmanlı saltanatına bu Meclis son verdi).

Lozan Barış Antlaşması görüşmelerinin ikinci aşaması başladığında Mustafa Kemal de, İkinci Grup da erken seçim istiyordu. 1923’te seçim yapıldı. Mustafa Kemal seçimi çok ciddiye aldı, bütün adayları hem tek tek belirledi, hem de onlardan uyacakları ilkelerle ilgili imzalı taahhüt aldı. Lozan Antlaşmasını onaylayan, ardından Cumhuriyet’i ilan eden ve son olarak da 1924 Anayasası’nı çıkaran bu Meclis’ti. 

Seçimde İkinci Grup’tan sadece bir kişi, Gümüşhane milletvekili Zeki Kadirbeyoğlu Atatürk’e rağmen Meclis’e girebildi. Kağıt üstünde muhalefet tasfiye olmuştu.

Ama hayır. Meclis’te kimi konularda kuvvetli, kimi konularda cılız da olsa yine de bir muhalefet vardı. Nitekim zaten bu muhalefetin varlığı yüzünden Mustafa Kemal Cumhuriyet’i 29 Ekim’de ilan etti.

Taha Akyol kitabında hem kendi görüşü olarak, hem de pek çok uzmana dayanarak, hatta bu anayasanın yapıldığı dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün sözleriyle 1924 Anayasasının temelde kuvvetler birliği getiren bir anayasa olduğunu söylüyor. Zaten 1924 Anayasasının nasıl bir düzen getirdiği konusunda pek tartışma da yok.

Anayasanın taslak hali cumhurbaşkanı olarak Mustafa Kemal’i Meclis’in üstünde bir yere konumluyordu. Atatürk’e Meclis’i feshedip seçimleri yenileme yetkisi bile öngörüyordu taslak. Taha Akyol tartışmaları ayrıntısıyla aktarıyor; Meclis bu yetkiyi Atatürk’e vermedi, o madde reddedildi.

Kısa ömürlü Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucularından ve Atatürk’ün en yakın arkadaşlarından Ali Fuat Çetinkaya parti kurma gerekçelerini anlatırken ‘Denetim olsun istiyorduk’ diyecektir.

280 kişilik Meclis’te çok önemli bir konu olduğunda mevcudu 80-90 kişiye kadar genişleyebilen bu muhalefetin tamamı Atatürk’e neredeyse taparcasına sevgi besleyen, Cumhuriyet’i savunan, Kurtuluş Savaşı’na büyük katkılar vermiş isimlerden oluşuyordu. Yani görüşler arasında keskin farklar yoktu; iktidar ve muhalefet bloku arasındaki çelişkiler uzlaşmaz türden değildi.

Ama hayır. Kurtuluş Savaşı’nı ‘Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir’ ilkesiyle yapan, bu ilkeyi duvarına yazan Meclis’in iktidarı denetlemesi bile fazla geliyordu. 

Taha Akyol kitabının son bölümünde çok güzel anlatmış; Türkiye 1961 yılında kuvvetler birliği öngören bu 1924 Anayasasını değiştirdi, ardından 1983’te yeniden değiştirdi. Darbe anayasası olmasına rağmen bu iki anayasa kuvvetler ayrılığı öngörüyordu. Sonra ‘sivil dönemin’ 2017 değişiklikleri geldi. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi kuvvetler ayrılığı ilkesini büyük ölçüde kullanılamaz ve işlemez hale getirdi. Döndük dolaştık, yeniden kuvvetler birliğine geldik.

Türkiye’nin nasıl bir demokrasi çıkmazı içinde yaşadığını daha iyi öğrenmek isteyen herkese Taha Akyol’un kitabını tavsiye ederim.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeni ‘Maarif Modeli’

Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeni ‘Maarif Modeli’

Milli Eğitim Bakanlığı oldukça uzun bir süredir üstünde çalışılan eğitim modeli değişikliğini dün açıkladı. Bu iş için özel olarak tasarlanmış bir web sitesinde hem genel çerçeveyi ve bu değişikliğin arkasındaki felsefeyi anlatan bir özeti, hem de tek tek her dersin müfredatında yapılacak değişiklikleri herkesin erişimine sundu. Bakanlık bu binlerce sayfayı bulan paylaşımlarının eğitimin paydaşları veya kendini paydaş gören vatandaşlarca bir hafta içinde okunmasını ve görüşlerin bu web sitesine yazılmasını bekliyor. Talim Terbiye Kurulu gelen görüş ve önerileri değerlendirip gerekirse müfredata monte edecek herhalde, ama bu bir hayal tabii…

Her neyse, Milli Eğitim Bakanlığı’nın müfredatı demokratik katılımla ve toplumsal bir tartışmayla değiştirmek isteyip istememesi tamamen başka bir konu. Belli ki o kadar da istemiyor, o yüzden yasak savma yoluna gidiyor.

Bakanlığın web sitesinde yaptığı açıklamayı elimden geldiğince okumaya çalıştım. Tabii önceliği en başta sunulan ‘Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’ başlığını taşıyan ‘Eğitim Öğretim Programları Ortak Metni’ne verdim. Bu bile aslında bir ‘yönetici özeti’ değil; pdf formatında hazırlanmış 101 sayfalık kapsamlı bir metin. Dediğim gibi yeni müfredata yön veren temel felsefeyle beklentileri anlatıyor.

Benim metinden anladığım, bakanlık eğitimin amacını ‘iyi insan iyi vatandaş yetiştirmek’ olarak belirlemiş ve ‘iyi insan iyi vatandaş nasıl olunur’ sorusuna da kendince kapsayıcı bir cevap vermiş. Programın ‘ideolojiler üstü’ olması amaçlanmış, ama tabii ki bu amacın kendisi de bir ‘ideoloji’ sonuçta. Bu konuyu çok tartışacağız, şimdilik kısaca üstünden geçmiş olayım.

Eğitimdeki temel felsefe değişikliği öğrenciye aktarılan bilgiyle öğrencinin bu bilgiler sonucunda geliştirdiği beceriler arasında kurulacak dengede gizli. Bakanlık öğrencinin beceri geliştirmesini, yani edindiği bilgiyi gündelik hayatta kullanabilir olmasını daha çok önemsiyor. Bu son derece önemli temel bir değişiklik.

İkinci önemli konu bu birinciyle de bire bir bağlantılı; bütün eğitim sürecinde ve her derste öğrenciye aktarılan bilginin miktarının seyreltilmesi ama yoğunluğunun arttırılması. İşte bütün medya aynı örneği kullanmış, örneğin lise son sınıf öğrencileri artık matematik dersinde integral almayacak buna karşılık türevlere daha fazla yoğunlaşacaklar.

Türkiye belki 200 yılı aşkın süredir yoğun biçimde ‘kültür savaşı’ yaşanan bir ülke. Savaşın en şiddetli çarpışmalarının olduğu cephelerin başında da eğitim/öğretim geliyor. Pek çok kişi bugünkü müfredat değişikliğini bu savaşta atılan bir adım olarak peşinen yargılayıp mahkum etmeye hazır. Ve eminim savaşın iki cephesi de yeterince ararsa bakanlığın yeni önerilerinde kendisi açısından saldırıya geçmeye uygun pek çok şey bulacaktır.

Benim yadırgadığım, adı Milli Eğitim Bakanlığı olan bir kurumun çok büyük emek harcanarak ortaya çıkarılmış yeni programa ‘Maarif’ adını vermeyi uygun bulması. Neden ‘Eğitim’ yerine ‘Maarif’ kelimesinin tercih edildiğine dair bir izahat da göremedim.

Sonuç olarak şunu söylemeliyim: Saygı duyulması gereken büyük bir emeğin ürünü kapsamlı bir çalışma var karşımızda; keşke daha katılımcı bir yöntemle hazırlansa ve kamuoyunun tartışmasına daha uzun süre açık kalabilseydi.

Çünkü söylenecek çok şey var.