30-10-2024
İsmet Berkan

‘İç cephe’ gerçekten kuvvetlendirilmek isteniyorsa…

‘İç cephe’ gerçekten kuvvetlendirilmek isteniyorsa…

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bir süreden beri ‘iç cepheyi kuvvetlendirmek’ten söz ediyor. Bunu da önce belirsiz bir İsrail tehdidine dayanarak dile getirdi, sonra bu tehdidi PKK terörü başta olmak üzere terörle de bağlantılandırıldı.

Onun ‘iç cepheyi kuvvetlendirme’ söylemi kısa süre içinde Cumhur İttifakı’ndaki ortağı Devlet Bahçeli tarafından da benimsendi. Bahçeli’nin ‘Öcalan gelsin, Meclis’te terörün bittiğini, PKK’yı lağvettiğini açıklasın’ çağrısı da bu bağlamda yapıldı.

Şimdilerde ‘İç cepheyi kuvvetlendirme’ söylemi ‘Terörsüz Türkiye’ sloganıyla dile getiriliyor.

‘Terörsüz Türkiye’ temennisine katılmamak, bu temenninin gerçek olmasını dilememek mümkün değil elbette. Ben 60 yaşındayım ve neredeyse kendimi bildim bileli ülkemizde terör eylemleri var. 70’li yılların terör olayları ve son 40 yılın ‘düşük yoğunluklu savaş’ı maalesef bu ülkede yaşayan herkesin hayat hikayesinin parçası.

‘Terörsüz Türkiye’ de dolayısıyla aslında yediden yetmiş yediye herkesin paylaşacağı bir temenni.

Ama tabii aynı yediden yetmiş yediye geçmişte bu vaadi o kadar çok defa duydu ki, arkasından ‘amin’ denecek bir dua olarak bile pek az tesiri var maalesef bu temenninin. Oysa gerçekten de siyaset kurumu başta olmak üzere hepimizin ‘Terörsüz Türkiye’ için çaba sarf etmesi gerek.

Türkiye’de terörün yaşanmasına sebep olanlar veya ülkemizi terör yapmak isteyenler açısından münbit bir toprak parçası yapan unsurlar öyle esrarengiz şeyler değil. Teröre zemin hazırlayan toprak ülkemizin sosyolojisi. Ve bu sosyoloji de zamanında amatör gözlemciler için bile elle tutulur nitelikte görülmüş bir şey.

Yedi ay önce 10Haber’de Masum Gök Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı CIA’nın 1979’da ve 1984’te yazdığı iki raporu haberleştirmişti. Raporlarda Türkiye sosyolojisindeki bölünmelerin nasıl aynı anda hem Türk-Kürt çatışmasına hem de Sünni-Alevi kavgasına açık olduğu anlatılıyor, bu iki alanın terör üreteceği söyleniyordu.

Türkiye’deki Sünni-Alevi kavgası sol ve sağ terör örgütlerinin üzerinde tepindiği bir alan olarak uzun yıllar boyu çok kullanışlı kaldı. Bu kavga bitmiş değil, ama terör üretme potansiyeli geçmişe göre daha azalmış durumda.

Türk-Kürt kavgası ise bugün hala devam eden aktif bir ‘düşük yoğunluklu savaş’ın konusu. Siz bu satırları okurken on binlerce Türk askeri Türkiye sınırlarının dışında, Suriye ve Irak’ta bu terörü durdurmak için çatışma ortamında bulunuyor. Türk Hava Kuvvetleri’nin savaş uçakları sık sık Irak ve Suriye’deki hedefleri vuruyor, bu iki ülke semalarında Türk SİHA’ları sürekli dolaşıyor ve zaman zaman buldukları hedeflere füze atıyor.

Anlayacağınız terör temelde Türkiye’nin kendi iç anlaşmazlıklarından besleniyor. Siz tek tek teröristlerle ne kadar başarılı bir mücadele yürütüyor olursanız olun, teröre neden olan münbit zemin orada durdukça tehdit de bitmiyor. Ayrıca ‘Terörsüz Türkiye’nin gerçekleşemediği her gün bu terör uluslararası bir boyut da kazanıyor, her geçen gün o temennimizden biraz daha uzaklaşacağımız karmaşık boyut artıyor.

Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve MHP lideri Devlet Bahçeli sahiden ‘Terörsüz Türkiye’ istiyorlarsa işe gerçekten de ‘İç cepheyi kuvvetlendirerek’ başlamalılar.

Bunun yolu da artık küçük çocuklara sorsanız cevabını alacağınız derecede basit: İç düşmanlıkları törpülemek, ayrımcılıklara son vermek, Türkiye Cumhuriyeti Devletinden rahatsızlık duyanların sayısını azaltmak… Yani iç barışı sağlamak.

Türkiye’de hepimizin sanki Kurtuluş Savaş veriyormuşcasına sıkılı bir yumruk gibi olmasına gerek yok. Zaten 2024 yılında hiçbir toplumdan bu türden bir askeri disiplin beklenemez, hele Türkiye’de hiç beklenemez. O yüzden yapılması gereken de belli zaten: İç cepheyi kuvvetlendirmek için farklılıklarımıza sahip çıkmak, onları ayrılık bahanesi değil zenginlik olarak tanımlamak, dediğim gibi düşmanlıkları törpülemek.

Ama maalesef görüyoruz ki Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan da, MHP lideri Devlet Bahçeli de ‘İç cepheyi kuvvetlendirmek’ ister ve ‘Terörsüz bir Türkiye’ dilerken iç barışı sağlamada devletin üstüne düşen görevler de olduğunu kabullenmiyor, kabulleniyorlarsa bile bunu açıkça dile getirmiyorlar.

Örneğin Erdoğan da Bahçeli de bir kolektif ‘Kürt sorunu’ olmadığını, olsa olsa bazı Kürt kökenli yurttaşların bireysel sorunları olabileceğini söylüyorlar. 

Keşke öyle olsa, çünkü Türk kökenli çok sayıda yurttaşın da bireysel sorunu var, ama 40 yıldır devam eden bir ‘Türk ayrılıkçı terörü’ yok, bu sorunları dile getirdiği için Türklerin yüzde 70’inin oyunu alan bir Türk milliyetçisi parti de yok. En milliyetçi partimiz MHP’nin oyları yüzde 7 ila 15 arasında gezindi son 30 yılda.

Dün HDP’ye, bugün DEM Parti’ye oy veren milyonlarca Kürt vatandaşın hepsinin PKK yanlısı ve ayrılıkçı olduğunu söylemeye imkan yok; hatta bütün araştırmalar çoğunluğun Türkiye’den ayrılmayı düşünmediğini gösteriyor. Ama yine de bu milyonlarca Kürt kolektif bir siyasi temsil için gidiyor bu partiye oy veriyor. Neden?

Türkiye’nin siyasi iktidarı kabaca 2015 yılından beri bu siyasi hareketi görmezden gelmeye, onu her türlü baskı altında tutmaya gayret ediyor. Unutmayın, bu siyasi hareketin bir önceki partisi HDP hakkındaki kapatma davası hala Anayasa Mahkemesi gündeminde. Partinin sahipleri bu yargılamanın sonucuna o kadar güvenmiyor ki, partilerini çoktan kapattılar bile.

Şimdi 1 Ekimde Devlet Bahçeli’nin bir temel nezaket kuralını uygulayıp bu partinin mensuplarının elini sıkmış olması bile büyük bir ümide neden oldu, dokuz yıldır devam eden görmezden gelme ve baskı altına alma halinin hafifleyeceği beklentisi yarattı.

Bu beklentilerin yarattığı görece olumlu ortamı yönetmek şimdi iktidarın sorumluluğu.

Gazze’de bir yandan ateşkes pazarlığı bir yandan katliam

Gazze’de bir yandan ateşkes pazarlığı bir yandan katliam

İsrail’in bir yılı aşkın süredir devam eden Gazze katliamlarında tam sona gelindiği beklentisi oluşmuştu ki İsrail ordusu dün bir kez daha çok sayıda sivil öldürerek bu ümitleri azalttı.

Oysa bir yandan Katar’ın başkenti Doha’da ateşkes, hatta kalıcı barış için hararetli bir müzakere süreci yeniden başlamış durumda. Son gelen haberlere bakılırsa İsrail belli sayıda rehinenin serbest bırakılması karşılığında bir ay ateşkes öneriyor.

Hamas ise İsrail saldırılarının tamamen durması ve belli güvencelerin yerine gelmesi halinde rehinelerin tamamını serbest bırakabileceğini söylüyor.

İsrail’in kendi iç siyasi dengeleri ve hükümette olan aşırı sağcıların baskısı iktidardan düşmek istemeyen Binyamin Netanyahu’yu bırakın kalıcı barış anlaşmasını, sıradan ateşkeslerden bile uzak tuttu bugüne kadar. Netanyahu kendi siyasi hayatta kalma mücadelesini Gazze’ye saldırılarını sürdürerek ve burada yaptığı katliamlarla yürütüyor.

Fakat tabii kendisi istemese de bu katliamları sürdürmesinin, Gazze’yi savaş alanına çevirmesinin ve buraya insani yardımları bile engellemesinin bir kullanım ömrü var.

Hamas lideri Yahya Sinvar’ın öldürülmesi bu kullanım ömrünün de sonunu getirdi. İsrail’de giderek daha da büyüyen bir kamuoyu için Gazze’de askeri harekat sürdürmenin meşruiyeti sona erdi. Bu savaşın gidişatı için maalesef en önemli faktör sıradan İsraillinin ne düşündüğü.

Dünkü bombardımanlar ve katliam umarım son olmuştur.