19-09-2024
İsmet Berkan

Narin cinayetinin aklıma getirdiği suç kültürü-utanç kültürü çelişkisi

Narin cinayetinin aklıma getirdiği suç kültürü-utanç kültürü çelişkisi

Ruth Benedict Amerikalı bir antropolog.

İkinci Dünya Savaşı devam ederken Amerikan hükümeti kime karşı savaştığını daha iyi bilmek, tanımak istedi.

O yüzden Alman, İtalyan ve Japon kültürleri hakkında çeşitli incelemeler ısmarlandı kültür alanında çalışan bilim insanlarına.

Ruth Benedict hayatında hiç Japonya’ya gitmemişti, Japonca bilmiyordu, ama Japon kültürü hakkında inceleme yapma görevi ona verildi.

Benedict’in Japonya hakkında yazdığı rapor son derece etkili oldu ve aslında bugün bile önemini koruyor. Türkçe’de de Krizantem ve Kılıç adıyla yayınlanan bu raporda Benedict çok sayıda önemli gözlem yapıyor; bu gözlemlerinin pek çoğu aradan geçen yıllarda bizzat Japon düşünürler tarafından da ‘doğru’ kabul edildi.

Örneğin Benedict bu gözlemlerinden hareketle Amerikan hükümetine Japonya teslim olduktan sonra İmparator’un tahtında kalmasını tavsiye etmişti; bu tavsiyeye uyuldu ve Japonya barış dönemine daha hızlı uyum sağladı.

Bu yazı bağlamında bizi ilgilendiren Benedict’in Amerikan kültürü ile Japon kültürü arasında gözlediği büyük bir farklılıktı.

Toplumu kontrol aracı olarak kültür

Kültür Benedict’in akademik hayatının başından beri çalıştığı konuydu ve ona göre nasıl bireylerin kişilikleri varsa, kültür grupları da (uluslar ve bazen ulusu aşan durumlar) birer ‘kişilik’ sahibiydi.

Yine Benedict’e göre toplum halinde yaşama toplumun bir biçimde kontrol edilmesini, kontrol altında tutulmasını gerektiriyordu ve ortak kültür de işte bunu yapmanın araçlarından biriydi.

Suç kültürü-Utanç kültürü

Ona göre örneğin Amerika’da ‘suç kültürü’ veya ‘suç toplumu’ vardı. Sürekli bir suçluluk hissi yaratılıyor, o kültürün içindeki bireyler de bu dünyada veya öteki dünyada cezalandırılma korkusuyla yaşıyorlardı. Bu kültürün içindekiler sürekli kendilerine ‘Bu davranışım adil mi değil mi’ diye soruyordu. Bireyler bir kusur işlediklerinde, adaletsiz bir davranışta bulunduklarında veya ahlakın dışına çıktıklarında bunun yarattığı suçluluk duygusuyla normal bir yaşantı süremiyor, cezalandırılmayı bekliyorlardı.

Buna karşılık Japonya’da ‘utanç kültürü’ vardı. Toplumu kontrol için kullanılan en güçlü duygu buydu, bireyler utanmaktan, toplumun geri kalanına karşı onurlarını kaybetmekten korkarak yaşıyordu. Sorun bir kusur işlemek, adaletsiz bir davranışta bulunmak, ahlaksız olmakta değildi; birey, yüzüne vurulmadığı, bundan ötürü utanması istenmediği sürece bu kusurlarıyla rahat biçimde yaşayabiliyordu.

Benedict’in bu görüşleri çok büyük tartışma çıkardı, ama hiçbir zaman kökünden reddedilmedi, çoğu zaman Benedict’in ‘suç kültürü’nü ‘utanç kültürü’ne üstün saydığı öne sürüldü sadece.

Türkiye hangi kültüre mensup?

Ben Benedict’in bu görüşlerini öğrendiğim 80’li yıllardan beri Türkiye’de hakim kültürün hangisi olduğunu düşünür dururum. 

‘Suç kültürü’ esasen Hıristiyanlıkla yakından bağlantılı bir kültür, Hazreti İsa insanların suçunun/günahının kefaretini öder çarmıha gerilerek ve geri kalanlara bunun vicdan azabını bırakır. ‘İsa bizim yüzümüzden öldü’ diye düşünür Hıristiyanlar.

Müslümanlıkta da, aynen Hıristiyanlıkta olduğu gibi Allah korkusu, bu dünyada yaptıklarının hesabını öteki dünyada verme korkusu temeldir. Yani İslam da aslında ‘suç kültürü’nü vazeder. Ama neredeyse dünyanın bütün kültürel antropologları Arap alemini ‘utanç kültürü’ içinde kabul eder.

Peki Türkiye hangisinde?

Bu soruya haftalardır gözümüzün önünde yaşanan Narin cinayeti soruşturması bağlamında bazı gözlemlerle cevap arayacağım, ama önce bu ‘utanç kültürü’ hakkında bir örnek vereceğim ki konu anlaşılsın.

Çin ile Japonya’yı savaştan 45 yıl sonra karşı karşıya getiren utanç

90’lı yıllarda Çin ile Japonya arasında çok büyük bir kriz çıktı. Krizin sebebi Japon ordusunun 2. Dünya Savaşı ve öncesinde Çin’de sürdürdüğü işgal sırasında Çinli kadınlardan oluşan bir fahişe taburu kurduğunun ortaya çıkmasıydı.

Aslında Japon ordusunun böyle fahişe taburları kurduğu ve o kadınlara Japon askerlerinin tecavüz ettiği hep söylenirdi, ama 90’lı yıllara kadar ne Çin’den biri çıkıp ‘Ben savaşta zorla fahişe olarak kullanıldım’ demişti, ne de Japonya’da biri çıkıp ‘Evet böyle taburlar vardı’ diye ifşaatta bulunmuştu.

2. Dünya Savaşı’nın bitmesinden 45 yılı aşkın bir zaman sonra, Çin’de bir kişi çıktı sonunda, savaşta kendi annesinin başına gelenleri anlattı, kendisi de annesinin o tecavüzler sırasında hamile kalmasıyla doğmuştu zaten.

Bir kişinin açıklaması arkasından bir sel getirdi. Çin’de onlarca kişi benzer hikayeler anlattı. Derken anlaşıldı ki Çin hükümetinin bundan haberi var ve savaşta yaşanan bu olayları zaten dibine kadar belgelemişler. 45 yıllık duvar yıkılınca arkasından utanç anıları yağdı ve onu hemen intikam/hesap sorma söylemi izledi.

Japonya’nın Çin’den gelen suçlamalara tepkisi derin bir utanç oldu. Onlar ‘Hayır biz böyle bir şey yapmadık’ diyemiyorlardı, ama onun yerine utançlarını başka türlü bir öfkeye dönüştürmüşlerdi.

Narin’in cesedini dereye attı, eve gelip namaz kıldı

Buradan gelelim Narin cinayeti soruşturmasına…

Herkes gibi ben de bu soruşturmanın detaylarını elimden geldiğince takibe çalışıyorum.

Bana en çarpıcı gelen şeylerin başında Narin’in cesedini alıp çuvalın içine koyduğunu ve bu çuvalı da dere yatağına gömdüğünü itiraf eden kişinin tutumu geliyor.

Küçük bir kızın ölü bedenini suyun içine atmış, üstüne taşlar koymuş, sonra eve dönüp namaz kılmış. 19 gün boyunca hiç böyle bir şey olmamış gibi davranmış. Ta ki Narin’in cesedi bulunana, jandarmalar onun otomobilinin dere kenarında durduğunu fark edip evinin kapısına dayanana kadar sessiz kalmış. Ama jandarma gelince anlatmaya başlamış. Üstelik çelişkili ifadelerle.

Sorun suç işlemek, kusurlu bir hareket yapmak değil onun için. Sorun bu kusurunun yüzüne vurulması. Yaptığı şeyin suçluluk duygusunu çekmemişti, ama şimdi utancını yaşıyordu, çünkü yakalanmıştı.

Bu benim Narin cinayeti soruşturmasından bir gözlemim. Aslında aynı gözlemi her gün gündüz televizyonundaki Müge Anlı programı için de yapmak mümkün; neredeyse her gün orada suçu/kusuru yüzüne vurulan bir insanı, bazen de bir grup insanı görüyoruz. Yakalanmasalar her şey yolunda.

Belki kültür savaşı dediğimiz de budur aslında

Türkiye’nin Doğu ile Batı arasındaki sıkışmışlığından, yaşadığı kimlik bunalımından söz edilir; neredeyse bütün Türk edebiyatı bunun hakkındadır. Aşırı bir yorum mu yapıyorum bilmiyorum, ama bu kimlik sıkışmasının temelinde toplumun bir bölümünün kendini ‘suç kültürü’nün, bir bölümünün ise ‘utanç kültürü’nün mensubu sayması yatıyor olabilir.

Baksanıza, aslında tarafsız kalmak istiyor olmama rağmen ben de ‘utanç kültürü’nü en azından yadırgar ve eleştirir biçimde yazdım bu yazıyı. Amacım kimseyi kırmak veya aşağılamak değil; farkı vurgulamaya çalışıyorum aslında, ama mensubu olduğum kültür bilinçaltımdan çıkıp savunmaya geçiyor, hemen kendi üstünlüğünü iddia ediyor. 

Bilincim bana bir kültürün diğerinden daha üstün veya iyi olduğunu iddia etmemem gerektiğini söylüyor. Bunlar dünyaya ve hayata farklı bakış açıları sadece. Bilinçaltım ise belli ki böyle düşünmüyor.

Kim bilir, belki ‘kültür savaşı’ dediğimiz ve siyaset sahnesinde hemen her gün gördüğümüz şey de budur: Suç kültürü ve utanç kültürü arasındaki uzlaşmaz çelişkilerin durmaksızın bilinç altından bilinç üstüne çıkması ve kavga etmesi yani…

İsrail’in truva atı saldırısı

İsrail’in truva atı saldırısı

İki gündür bütün dünya hayranlıkla kızgınlık arasında gidip gelerek İsrail’in Hizbullah’a karşı düzenlediği toplu suikast girişimini konuşuyor.

Detaylar ortaya çıktıkça bu hayranlık ile kızgınlık da giderek artıyor. Bir yanda en az iki yıl süren bir çeşit Truva Atı girişimi var. İsrail, Macaristan’da çağrı cihazı üreten bir şirket kurmuş ve başlamış beklemeye. Beklenen an şubat ayında gelmiş vs vs.

Ama öte yandan bu saldırıda bir anda en azından üç bin kişi yaralandı veya öldü. Saldırıların kime karşı yapıldığı bilinmiyordu aslında, genel olarak ‘Hizbullah militanlarına’ karşıydı, ama işte gördünüz küçük çocuklar öldü, siviller öldü. Çünkü saldırı ayrım yapmadan, o çağrı cihazını elinde tutan, belinde taşıyan herkese yönelikti.

İsrail bununla da yetinmedi, dün de Hizbullah’ın kullandığı telsizler patladı. Bu kez ölü sayısı daha büyük, çünkü telsizlerin içindeki patlayıcı miktarı daha fazlaydı.

Şimdi Hizbullah’ın bütün haberleşme altyapısı ve komuta kontrol sistemleri ciddi yara aldığına, örgütün askeri kanadı bir çeşit felç içinde olduğuna ve örgütte ciddi bir panik yaşandığına göre İsrail’in bu kez ordusuyla gerçek bir savaş başlatma olasılığı da her zamankinden daha çok. İsrail ordusu bugün yarın Hizbullah’ı askeri olarak çok geriletecek bir saldırı başlatırsa kimse şaşırmamalı.

İsrail’in iki gündür yaptığı hiç kuşkusuz devletler tarafından yapılmaması gereken terör eylemi. Terör kelimesinin tam karşılığı bu zaten: Korku yaymak ve kaos çıkartmak. Lübnan’da Hizbullah üyeleri arasında korku ve kaos hakim, bu bütün gazete haberlerine yansıyor.

İsrail kendince bu terör eylemi için haklı gerekçelere sahip olabilir ve bugünlerde İsrail’e, onun istihbarat teşkilatlarına hayranlık besleyenler de olabilir ama sonuç değişmiyor: Patlayan her bomba, ölen veya yaralanan her insan Akdeniz’in Doğusunda aslında cennetten bir parça olan bu coğrafyayı barıştan, huzurdan, refahtan ve mutluluktan biraz daha uzaklaştırıyor.