06-06-2023
İsmet Berkan

Yusuf Tekin, işe Türkiye’nin en kötü 1000 okuluyla başlasa…

Yusuf Tekin, işe Türkiye’nin en kötü 1000 okuluyla başlasa…

Bana, ‘Türkiye’nin en acil çözülmesi gereken en önemli sorunu ne’ diye sorsanız, bir an bile düşünmeden ‘Eğitim kalitesi’ cevabını veririm.

Türkiye’de eğitimin kalitesinin düşüklüğüne ilişkin kanıt aramaya bile gerek yok. İşte bakın, pazar günü ülkede LGS adı verilen liselere geçiş sınavı yapıldı; bu sınava bu yıl ortaokulu bitirecek öğrencilerin neredeyse tamamı katıldı.

Sınavda amaç, çocuklarımızın bir grup (az sayıdaki) seçkin okula girip eğitim yoluyla geleceklerini garantiye almak istemeleri. Bu seçkin okulların dışında kalan liselerimizden o kadar ümitsiziz ki, neredeyse her aile ve her çocuk LGS’de şansını denemek istiyor.

Dört yıllık lise eğitimi, bizim yüksek öğrenim öncesi kademelerimizin son basamağı. 12 yıllık bir uğraşın son 4 yılı. Ama unutmayın, ondan önce bir 8 yıl daha var.

Biz eğer eğitim kalitemizi yükseltmek istiyorsak bu 12 yılın tamamına bakmalıyız ve tamamında kaliteyi yukarı çekmek için çaba sarf etmeliyiz.

Bir yol, kısıtlı kaynakları ‘seçkin’ okullara yönlendirmek. Türkiye uzun yıllardır adını koymadan bunu yapıyor zaten. Ancak bu yöntemle sonuç alamadığımız da ortada. İnanmayan, üniversite sınavında örneğin Türkçe testinde doğru cevapların katılan adaylar arasındaki dağılımının gösteren grafiğe baksın. Bu grafik, istatistikte ‘normal dağılım’ adı verilen çan eğrisine hiç de benzemiyor.

Benzememesinin sebebi 12 yıllık ilk, orta ve lise eğitiminin kalite çıktısının dengesiz olması. Sınavda soruların yüzde 80 ve üstünü doğru cevaplayanların bu denli az, sıfıra yakın doğru cevap verenlerin bu denli çok olması, seçkin okulları destekleme politikasının başarısızlığını gösteriyor bence.

Şunu bilelim: Bir eğitim sisteminde her şart altında ‘seçkin’ okullar olacak. Ama adı üzerinde, seçkin okulların sayısı sınırlı olmak durumunda. Sizin bir okula ‘Anadolu Lisesi’ adını vermeniz orayı otomatik olarak ‘seçkin’ yapmıyor.

O yüzden belki de yöntemi değiştirmeliyiz. Bir yandan seçkin okulları desteklerken bir yandan esas yatırımı en kötü okullara yapmalıyız belki de.

Benim pratik ve uygulanabilir bir önerim var. Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin, işe eğitimin her üç kademesinde de en kötü diyebileceğimiz 1000’er okuldan başlamalı.

Milli Eğitim Bakanlığı’nın elinde veriler var aslında. Bakanlık, bize ilan etmeden bu yıl için Türkiye’nin en kötü 1000 ilk okulunu, 1000 orta okulunu ve 1000 lisesini saptayabilir.

Ve bu 1000’er okulu kendi kategorilerinde ‘en kötü’ olmaktan kurtaracak bazı özel girişimleri, özel muameleleri mesela 4 yıllığına devreye alabilir. Örneğin daha iyi öğretmenleri ve daha iyi rehberlik uzmanlarını buralara yollayabilir. Türkiye’nin Milli Eğitim Bakanlığı, toplamda 3 bin okulu mikroskop altına alıp onları birkaç yılda en kötü olmaktan kurtarabilir.

Bu uygulamanın her yıl yapıldığını düşünün, 4 yılda toplam 12 bin okuldan söz ediyor oluruz. Ve sadece 4 yıl içinde Türkiye’nin eğitim kalitesinin belirgin biçimde arttığını görebiliriz. Şimdiden söyleyebilirim: Bundan 4 yıl sonra yapılacak üniversite sınavında sonuçlar çan eğrisine daha fazla benzemeye başlayacaktır. Yani çoğunluk sınavdaki soruların yüzde 40-60 arasına doğru cevap vermeye başlayacak, sıfıra yakın doğru cevap verenlerin oranı azalacaktır.

Mesele sadece tek tek okulları kurtarma meselesi de değil. Bu yolla ve kurulacak uygun teşvik mekanizmalarıyla öğretmenlerimizin kalitesini yükseltmek ve onları işlerini daha da iyi yapmaları için motive etmek de mümkün olabilir.

Çünkü bir eğitim sistemi esas olarak öğretmen demektir. Bizim bütün yatırımımızı öğretmenlerimize yapmamız, onları mesleklerinde daha yetkin, daha iyi hale gelmeleri için hiç durmadan teşvik etmemiz gerekir.

Eğitim kalitemiz yükselmedikçe başka hiçbir şeyimiz kalıcı olarak iyiye gidemez.

Keşke eğitim yönetimimizde melez bir sistemi benimsemeyi düşünsek

Keşke eğitim yönetimimizde melez bir sistemi benimsemeyi düşünsek

Eğitim diye söze başlayınca kendimi durdurmam zor. Daha önce defalarca yazdığım bir şeyi bugün yeniden yazmak, hatırlatmak istiyorum.

Şunu rahatça söyleyebilirim: Türkiye’de en büyük devlet kurumu Milli Eğitim Bakanlığı’dır.

Düşünsenize, bakanlık işe alım yapacağında tek bir seferde 60 bin kişi, 45 bin kişi gibi dev toplulukları işe alıyor.

3 milyona yakın öğretmenin sadece tayin ve terfilerini yönetmek bile büyük bir mesele. Yanına okul binalarını, okulların yönetimlerini ekleyin, sahiden inanılmaz boyutlarda bir organizasyon.

Ve elbette bütün organizasyonlar gibi burada da sorunlar çıkıyor ama çıkan her sorun da ister istemez devasa boyutlarda oluyor.

Örneğin işe alma…

Öğretmenlerimizi KPSS’nin özel sınavlarıyla işe alıyoruz, eğer Tayyip Erdoğan sözünü tutarsa, sözlü sınavlar da sona erecek.

İşe aldığınız öğretmen en az 25 yıl sistemde kalıyor ve bu süre boyunca belki milyondan fazla çocuk onun sınıfından, eski tabirle ‘rahle-i tedris’inden geçiyor. O yüzden, işe alacağınız her öğretmen son derece önemli. Ama biz onları 60 bin kişilik, 45 bin kişilik dev gruplar halinde işe alıyoruz. İşe alırken onlar birer insan, kariyeri boyunca milyon kişinin hayatına değecek öğretmen değil maalesef birer rakam oluyorlar.

Bakanlık bunca öğretmenin tayin ve terfilerini adil biçimde yapmakta zorlanıyor; sırf bunun için bakanlığın içinde devasa birer organizasyon var. Yani, Milli Eğitim Bakanlığı’nı bir şirket olarak düşünün, kendi içindeki en büyük departmanı İnsan Kaynakları departmanı.

Oysa böyle olmayabilir; biz eğitimin yönetimini ve işe alımları yarı merkezi yarı ademi merkezi bir melez sistemle yapabiliriz.

Okullarımızı ve içindeki öğretmenlerimizi örneğin yerel yönetimlere veya en azından kısa dönemde vazgeçmeyeceğimiz anlaşılan valilerimizin başkanlığındaki bir özel komisyona devredebiliriz. Merkezi hükümet bu okullara ve öğretmenlere bütçesini aktarmaya devam edebilir, yani maaşları ödeyecek para hala merkezi bütçeden gelebilir ama işe alımları yerelde yapıp fiziki olarak binaları yerelde yönetebiliriz. O zaman, mesela Zonguldak ilan verir, bizim şu şu branşlarda şu kadar öğretmene ihtiyacımız var, der ve başvuranlar içinden yeterliklere sahip olanları işe alabilir.

Daha zor durumdaki kimi kentlerimize maaş teşviki uygulama izni verebiliriz. Örneğin diyelim ki Hakkari’ye yüzde 20’ye kadar varan daha yüksek maaşla işe eleman alma izni verilebilir. Böylece gidilmek istenmeyen şehirler de kendilerine rekabet avantajı sağlar.

Şehirlerimiz ve ilçelerimiz eğitim kalitesi konusunda birbirleriyle yarışmaya başlayabilir.

Buna karşılık merkezdeki Milli Eğitim Bakanlığı üzerindeki ağır personel yönetme işinden kurtulunca eğitimin içeriğine ve eğitim standartlarını yükseltmeye daha fazla odaklanabilir, yani esas işini yapar. 

Bakanlık bir yandan öğretmen olma standardını ve yeterliklerini belirler, bir yandan da her ilde eğitimin kalitesini yakından denetler, Milli Eğitim Müfettişleri yeniden fazlasıyla aktif hale gelebilir.

Eğitim bizim öyle büyük bir meselemiz ki, üzerinde açık fikirlilikle düşünmeye devam etmekten kaçınmamak gerek.

Kılıçdaroğlu anlaşılan savaşmayı seçti

Kılıçdaroğlu anlaşılan savaşmayı seçti

Seçim öncesi kalp işaretleri yapan, nefsine hakim olduğunu ve koltuk peşinde koşmadığını söyleyen CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, sadece kalp işareti yapmaktan vazgeçmedi bir de koltuğundan kalkmamak için bin dereden su getirmeye başladı.

Anlaşıldığı kadarıyla CHP Genel Başkanı, partisinin bu yıl yapması gereken olağan kurultay önümüzdeki yıla ertelemek istiyor, söylendiğine göre pazar sabahı Ekrem İmamoğlu ile yaptığı kahvaltıda ‘Kurultay’ı yerel seçimden sonraya bırakmak’ istediğini açıklamış.

Bu CHP tüzüğüne göre mümkün gözükmüyor, geçen yıl yapılmasın gereken Kurultay zaten bu yıla ertelenmiş, tüzükte ön görülen 1 yıllık süre böylece kullanılmıştı. Bilmiyorum Kılıçdaroğlu Parti Meclisi’nden kurultayı 2024 yaz aylarına, hatta son baharına bırakan bir karar çıkarttırabilir mi, çıkartsa bile bu karar geçerli olur mu?

Hep şunu ummuş, hatta burada yazmıştım: Kemal Kılıçdaroğlu, olağan kurultay öncesi bir zamanda kendisinin aday olmayacağını açıklayabilir ve parti içi yarışın önünü açabilirdi. O zaman da mesela Özgür Özel ile Ekrem İmamoğlu birbirleriyle yarışabilirdi.

Ama hayır, öyle olmadı. Kılıçdaroğlu koltuğunda oturmaya devam etmek, yerel seçim öncesinde adayları belirleme gücünü elinde tutmak istiyor.

Bilmiyorum, Kılıçdaroğlu’nun bu kararı sonrasında Ekrem İmamoğlu açıktan savaşma yolunu seçer ve kendi genel başkanına karşı bayrak açar mı ama CHP’de lider değişiminin barış içinde değil savaşla olacağı anlaşılmaya başladı.

‘Doları satın, TL alın’ diyen yatırım bankası

‘Doları satın, TL alın’ diyen yatırım bankası

Mehmet Şimşek’in ekonominin dümenine geçmesi, geçerken de ‘rasyonel politikalara dönüş’ten söz etmesi rüzgarı farklı estirmeye başlamış gözüküyor.

Dün Fransız bankası Societe Generale bir hayli spekülatif bir rapor yayınlayıp kendi müşterilerine doları ‘short’ yapmalarını, TL’ye geçmelerini önerdi.

Bankaya göre Merkez Bankası bu ay politika faizini yüzde 8,5’ten 15’e tek bir adımda yükseltecekti. Erdal Sağlam’ın yazdığına göre ise faiz kademeli biçimde yüzde 25’e kadar yükselebilirdi.

Faizin yükselmesi, çok zamandır beklenen ve konuşulan bir şey. Bu TL’nin değerini arttıracak bir adım. Bu durumda doların değerinin dengelenmesi ve bu arada yatırımcıların da ciddi bir portföy değişikliğine gitmesi kaçınılmaz olur.

Kısa vadeyi bilemem ama orta vadede Hazine kağıtlarının faizlerinin geleceği seviye ve enflasyonun izleyeceği rota önemli olacaktır diye düşünüyorum.

Nurhan Damcıoğlu da gitti işte

Nurhan Damcıoğlu da gitti işte

Benim yaşım artık neredeyse 60 ama ben kanto devrine yetişemedim. Bırakın beni, kendi anne babam bile aslında kanto devrinde yaşamadılar.

Ama olsun. Benim çocukluğumun ve ilk gençliğimin neşesi Nurhan Damcıoğlu ve onun kantolarıydı.

Dün gece onun ölüm haberi gelince düşündüm, TRT’li gençlik yıllarımın, annem ve teyzemle gittiğim gazino ‘kadınlar matine’lerinin bir büyük neşesi de göçtü gitti.

Cıvıl cıvıl neşe saçan sesi, fevkalade modası geçmiş bir müzik ve dans türünü yapma konusundaki ısrarı ve inadı, her zaman hazır cevap olması en çok hatırladığım yönleri.