10-08-2024
İsmet Berkan

‘Kremlinologlar’ tarih oldu, şimdi ‘Külliyelog’ olalım istiyorlar

‘Kremlinologlar’ tarih oldu, şimdi ‘Külliyelog’ olalım istiyorlar

Bir zamanlar ‘Kremlinolog’ diye adlandırılan insanlar vardı.

Sovyetler Birliği’nde iktidar yapısı son derece karmaşıktı; ‘Kremlinolog’lar  mesela 1 Mayıs’ta, mesela Ekim Devrimi’nin yıldönümünde Kızıl Meydan’da Lenin’in mozolesinin balkonuna dizilen insanlara bakıp büyük yorumlar yapardı. Genel Sekreter sağına falancayı soluna falancayı almış, demek şöyle olacak, türünde palavra yorumlardı bunlar.

Herkes bu yorumların palavra olduğunu bilirdi ama yine de neredeyse şehevi bir arzuyla sonuna kadar okunurdu o yorumlar.

Neyse ki o devir sona erdi, tarih oldu bitti.

Ama baktığınızda aslında o meslek, yani palavradan yorumlar yapma mesleği bitmiş değil. Buna sosyal medyada ‘analiz kasmak’ deniyor; olmadık minicik bir şeyden kocaman bir dünya inşa etmek. Bunun örneklerini her gece TV’lerde konuşan kafalardan görüyorsunuz zaten; bilgi olduğu bile şüpheli bir takım kırıntılardan acayip uzun erimli sonuçlar çıkaran yetenekli palavracılar ülkesi burası.

Ankara’ya ‘dışarıdan’ bakınca…

90’ların ikinci yarısında Radikal gazetesinin Ankara temsilcisiydim. Bu iş için İstanbul’dan Ankara’ya taşınmıştım ve Ankara’da yaşamaktan pek mutlu değildim. Ama İstanbul’dan Ankara’ya gazetecilik yapmaya gelmenin bir avantajını yaşıyordum: Ankaralı gazetecilere normal ve sıradan gelen pek çok şey benim için sıra dışı ve anormaldi, Ankara’yı dışarıdan gözleyebiliyordum.

Bir basit örnek vereyim: Meclis’te genel kurul başlayacağı zaman bir zil çalıyordu; okullardaki teneffüs bitti zili gibi bir şey. Ankaralı gazeteci bu duruma körleşmişti, kendini bildi bileli duyardı o zili. Benim içinse komik bir durumdu: Demokrasinin mabedi kabul edilen Meclis’te koca milletvekilleri lise öğrencileri gibi derse davet ediliyordu.

Ankara gazetecileri için sıradan olan ama bana çarpıcı gelen bir başka şey, bu şehirde gazetecilere ‘Aman benden duymuş olma’ diye haber sızdırmaya çalışan insanların bolluğuydu. İstanbul’da bırakın haberi sıradan bir bilgiye ulaşmak için bile iğneyle kuyu kazarsınız, Ankara’da ise o ‘gizli’ haberleri sızdıranlar sizin kapınıza dayanır.

Haber sızdıranların kendi ajandaları var

Tabii ki bu insanlar bunu ‘Gazeteciler bilgilensin, Türkiye’de demokrasinin şeffaflığı ve kalitesi artsın’ diye yapmıyordu. Hepsinin kendine göre bir çıkar beklentisi vardı sızdırdıkları haberlerde veya ilettikleri spekülasyonlarda. Gazetecileri ‘gaza getirmeye’ çalışıyorlardı, daha Batılı deyişiyle ‘manipüle etmeye’ yani.

Bazı hükümetler ve yönetimler gördük, onlar olabildiğince şeffaftı. Açar bakana, hatta başbakana sorardınız ve doğrusunu veya en azından onun versiyonunu öğrenirdiniz. Mesela Murat Yetkin 2001 krizi sonrasında bir grup üst düzey askerin Bülent Ecevit’in sağlık gerekçesiyle başbakanlığı bırakıp onun yerine Hüsamettin Özkan’ın gelmesini bizzat Hüsamettin Özkan’dan istediğini, konuyu doğrudan Özkan’a ve Ecevit’e sorarak haber haline getirmişti. Bu ölçüde şeffaftı, bu ölçüde ulaşılabilirdi bazı hükümetler.

Ak Parti’nin kapalılığı

Ama Tayyip Erdoğan hükümetleri ve 2002 Kasım ayından beri devam eden Ak Parti iktidarı hiçbir zaman böyle olmadı. Ankaralı gazeteciler ilk kez, bakanlar kurulu toplantılarından ya da partinin her hafta düzenli yapılan MKYK toplantılarından satır kulis bilgisi alamadılar uzun yıllar boyunca. Ak Partililer ser veriyor sır vermiyordu, kimse konuşmuyordu.

Bu durum, yani yönetimin fazlasıyla opak olma hali 2014 başından itibaren Tayyip Erdoğan’ın yakın çevresindeki pek çok kişinin FETÖ’cü çıkmasından sonra giderek artmaya başladı. Berat Albayrak, Erdoğan’ın ‘gate keeper’ı oldu İngilizce deyişle, yani ondan habersiz ve onaysız Erdoğan’a kimse ulaşamıyordu artık ve kararlar da Erdoğan ile çok yakınındaki birkaç kişi tarafından alınıyordu.

Kapalı yönetim ‘Külliyelog’ları doğurdu

Kremlin değil ama Külliye yönetimi ortaya çıkmıştı. Tabii arkadan hemen ‘Külliyelog’lar belirdi. Bunlar içeridekilere, Erdoğan’a yakın insanlara erişimi olduğunu iddia eden kişilerdi, içlerinde ‘gazeteci’ sıfatı taşıyanlar bile vardı ve birdenbire onların dışarı taşıdığı ‘kulis’ler sanki çok önemliymiş gibi konuşulur hale gelmişti.

En klişe iddia şuydu: ‘Erdoğan aslında iyi biri ama çevresi kötü…’ Yani bütün tartışmalı ve çok eleştirilen şeyler Erdoğan’dan değil çevresindeki kötü kalpli, kendi çıkarından başka şey düşünmeyen insanlardan kaynaklanıyordu.

Bu iddia elbette Erdoğan’a artık eskisi gibi erişemeyen insanlar tarafından yayılıyordu. ‘Reis’e hata yaptırıyorlar’ en yaygın laflardan biriydi.

Her meselede bu böyle. Erdoğan’ın her zaman iktidar makinesinin her dişlisine hakim olmadığı, zaman zaman ona rağmen işler yapıldığına inanmamız bekleniyor bizden. Böyle şeyler olduğunda Erdoğan ‘Kol kırılır yen içinde’ diye düşünüyor, bir yandan yapılan işi sahiplenmek zorunda kalırken bir yandan da bu ‘hata’yı ona yaptıranı mimliyordu.

Instagram’ı kim kapattı?

Son olarak kulislere sızan bir bilgi var. İddia o ki, geçen hafta cuma günü Instagram kapandıktan sonra bu hafta pazartesi günü yapılan kabine toplantısında Erdoğan Ulaştırma Bakanı Abdülkadir Uraloğlu’na dönmüş, ‘Başımıza iş açtın’ demişti. Yine iddiaya göre Erdoğan da Instagram’ın açılmasını istiyordu, ama bu noktada kuyruğu da dik tutmak gerekiyordu, ‘Bari biraz bir şey elde edin de öyle açılsın’ demişti Uraloğlu’na.

Bu kulis iddiası doğruysa vahim, değilse daha da vahim. 

Doğruysa Instagram sahiden içeride kraldan daha kralcı birilerinin kendi başına kararıyla kapatılmış, Erdoğan’ın haberi site kapandıktan sonra olmuştu (Belki torunundan duymuştur).

Doğru değilse, böyle bir kulis sızdırma gereği duyulması Erdoğan iktidarının keyfiliğinin ve hiçbir şeyin olası sonuçlarını önceden düşünmeden hareket ettiğinin bir göstergesi.

Gördünüz mü, birdenbire ben de ‘Külliyelog’ oldum; olmayan bilgilere dayanarak ‘analiz kasıyorum.’ Gerçekte hiçbir şey bilmeden sanki çok şey biliyormuş gibi davranmanın şehvetine kapılmaktan sakınmak sahiden zor.

İyisi mi, o mu sebep oldu bu mu diye bakmadan, içeride olan veya olmayan kavgaları umursamadan büyük Türk düşünürü Fatih Terim’in prensibine sarılalım:

Resultato importante…

Olimpiyatta neden altın madalya alamadık?

Olimpiyatta neden altın madalya alamadık?

Olimpiyat oyunları bitti bitecek, Türkiye’nin henüz altın madalyası yok. Kendi adıma konuşayım, en büyük altın madalya ümitlerimden biri dün akşam final maçı için ringe çıkan Buse Naz Çakıroğlu idi, ama o da kaybetti.

Benzer şekilde güreşte hem kadınlar hem erkeklerde altın madalya ümitlerim vardı; Taha Akgül’le madalya ümidi devam ediyor, ama ben daha fazlasını bekliyordum.

Bir başka hayal kırıklığı Mete Gazoz oldu. Ondan da altın bekliyorduk, olmadı.

Güzel bir son dakika sürprizi olmazsa Türkiye 1984’ten beri ilk kez bir olimpiyattan altın madalya alamadan dönmüş olacak.

Elbette bu spordur, müsabakanın sonucunu önceden bilemeyiz ama şöyle bakalım: Kaç final müsabakasına çıktık?

Bunların sayısı ne kadar çok olursa altın madalyaya erişme ihtimali de o kadar artar.

Türkiye şapkasını önüne koyup düşünmeli: Daha önce dünya şampiyonu, olimpiyat şampiyonu seviyesindeki sporcularımızı neden bu olimpiyata yeterince hazırlayamadık, neden onların bulundukları seviyeden aşağı düşmesini seyrettik?

Umarım her federasyon kendince dürüst bir değerlendirme yapar.