Lozan 100 yaşında… Bizim 100 yıllık boş tartışmamız
Bugün, Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasının 100. yıl dönümü. Bundan 100 yıl önce, antlaşmanın imza töreninde neler yaşandığını merak edenlere, bugün ‘Cumhuriyet’e 100 Gün’ dizimizde yayınladığımız gazeteci Ali Naci Karacan’ın izlenimlerini okumalarını tavsiye ederim. Ali Naci Karacan, 100 yıl önceden bugün hepimize gazetecilik dersi veriyor.
Bazıları Lozan Barış Antlaşması için ‘Türkiye’nin tapu senedi’ der, bazıları ‘Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş belgesi.’ Ben bu iki görüşe de katılmıyorum. Türkiye’nin ‘tapu senedi’ savaş alanlarında kanla alındı Kurtuluş Savaşı’nda.
İzmir düşman işgalinden kurtarıldığında İstanbul ve Trakya hala işgal altındaydı. Türk ordusu İzmir’den sonra Çanakkale’ye doğru yürüyüşe geçti. İşte o noktada işgalci güçler telaşlandı, hızla Mudanya Mütarekesi istendi, ardından da Lozan Barış Konferansı’na giden yol açıldı.
Dolayısıyla, Birinci Dünya Savaşı’nın galibi ülkeler önce istemiştir barışı, yoksa Türkiye’nin orduları milli sınırları geri almak için savaşa hazırdı, hatta hareket halindeydi.
Ama elbette bu demek değil ki Türkiye sorunu barış yoluyla çözmek istemiyordu veya sorunun barış yoluyla çözülmesi Türkiye için iyi olmadı. Unutmayın, Türkiye birinci Balkan Savaşı’ndan beri, yani 1912’den beri neredeyse kesintisiz savaş halindeydi. Savaş, zaten fakir olan ülkenin bütün kaynaklarını tüketmiş, ülkemizi belki 100 yıl geriye götüren şartları oluşturmuştu. Barış, elbette bize de çok lazım olan bir şeydi.
Ama yine de unutmayın: ‘Türkiye’nin tapusu’nu bir takım yabancı ülkeler Lozan’da bize vermedi, biz o tapuyu söke söke aldık.
Lozan, tarif edilmesi zor, dünya diplomasi tarihinde de eşi benzeri az olan bir büyük siyasi başarıdır. Bazı ülkelerle geçmişi yüzyıllara uzanan kapitülasyonların, ülke içinde vergi toplama yetkisi bulunan Duyunu Umumiye İdaresi’nin, yüzyıllar içinde oluşmuş ve yerli sermayenin ortaya çıkmasını engellemiş uluslararası tekellerin bir kalem darbesiyle silinip atılmasının ne kadar kıymetli bir şey olduğunu bugünkü nesillere anlatmak kolay değil.
Zaman zaman dalga geçerek kutladığımız bir ‘Kabotaj Bayramı’mız var. Bize bir ülkenin kendi limanları arasında yük ve yolcu taşıma hakkına sahip olması sahiden de komik geliyor; çünkü komik. Ama bu hakkı bile diplomasi yoluyla kazanmak gerekti; unutmayın.
Lozan sadece ekonomik yönleri önemli bir antlaşma değildi; Batılı büyük güçlerin egemen bir devlet olarak Ankara’yı kabul etmek zorunda kalmasının da tesciliydi. 600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu, son padişah Vahdettin’in 17 Kasım 1922 günü bir İngiliz zırhlısıyla bu ülkeden kaçmazdan önce zaten Ankara’daki Meclis tarafından sona erdirilmişti, Lozan bunun uluslararası meşruiyetini de verdi.
Lozan’ın bize verdiği en önemli şey, 100 yıldır sahip olduğumuz barış. Bunu herkes unutuyor; ülkemizde daha önce 100 yıl boyunca barış olmamış, ülkemiz Lozan’a varana kadar son 200 yılın neredeyse tamamını savaşlarla, toprak kayıplarıyla geçirmiş.
Lozan’la ilgili tartışmalar 100 yıldır devam ediyor. En çok söylenen, Ege’deki 12 Adalar ve Musul meselesi. Yani toprak meselesi.
İlginçtir, gerek Mart 1923’te Türkiye Lozan masasından kalktığında, gerekse Ağustos 1923’te Lozan imzalandıktan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan son derece hararetli tartışmalarda 12 Adalar konusu neredeyse hiç geçmez; buna karşılık Şubat 1923’te görüşmelerin kesilmesinin temel nedeni Musul konusudur. Mart 1923’teki hararetli, arada muhalif milletvekili Şükrü Beyin de öldürüldüğü tartışmalarda Musul konusu çok konuşulur. Sonunda Başbakan Rauf Orbay ve Lozan başmüzakerecisi İsmet Paşa, Meclis’e ‘Öyleyse savaş ilan edelim’ derler. Meclis o zaman susar.
Bugünden bakınca, ‘Savaşsaydık, İngilizler zaten savaşacak durumda değildi’ demesi kolay. Onlar gerçekten de savaşacak durumda değildi, peki biz Musul için savaşacak durumda mıydık? Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Meclis, savaş kararını almadı. Rauf Orbay’ın daha sonraki anlatımıyla ‘Bir il için bütün ülkeyi ve barışı gözden çıkarmadı.’
Türkiye’de 100 yıldır Lozan tartışanların asıl meseleleri Lozan Barış Antlaşması değil, saltanat ve hilafet meselesidir, daha çok da Kurtuluş Savaşı döneminde tartışmasız bir siyasi güç olarak yükselen Mustafa Kemal’in sınırlanması meselesidir.