Yalnızlık çağının insanları
Birkaç ay önceydi, Berlin’de bir taksi şoförüyle sohbet ettim.
Samsunluydu. 80’lerde çocuk yaşta anne ve babasıyla Berlin’e gelmişti.
Beş yıl önce annesini kaybetmişti, cenazeyi alıp hep birlikte Samsun’a gitmişler ama baba Berlin’e geri dönmemiş, orada köydeki eski evlerine yerleşmişti.
Kendisi iki yıl önce boşanmıştı. Eşi üç çocuklarını da alarak Adana’ya geri dönmüştü.
İki ağabeyi vardı. Biri Hannover’de mühendisti, diğeri bir İsveç şirketinin gemilerinde ikinci kaptan, sürekli dünyanın farklı bir köşesinde.
‘Abi’ dedi, ‘Bundan altı yıl önce pazar günleri hep birlikte buluştuğumuzda eve sığılmazdı, aile o kadar kalabalıktı. Şimdi ben bir başımayım.’
Babasının yıllarca çalışıp satın aldığı iki taksiyi işletiyordu. Birini kendi kullanıyordu, diğerini şoför.
‘Mesleğimi yapamıyorum artık ama şikayetçi değilim… Taksi şoförlüğü güzel, senin gibi abilerle sohbet edince yalnızlığım azalıyor’ dedi. Mesleği elektrik teknisyenliğiydi. Söylediğine göre geliri yüksekti.
Bu hikaye aklıma geldi, çünkü Berlinli taksici Samet tekil bir örnek değil.
Dün burada yazmaya çalıştım: Türkiye’de 26,3 milyon ‘hane’ var. Yüzde 20’sinde tek kişi yaşıyor. Yüzde 10’undaysa tek ebeveyn, yani bir yetişkin var.
Her 10 evin 3’ü eder.
Haber yıllar önce İngiltere’den gelmişti. Yalnız yaşayan kadın evde ölmüştü ve öldüğü ancak 6-7 ay sonra anlaşılmıştı. Kimi kimsesi, arayanı soranı yoktu. O yüzden öldüğünü de kimse fark etmemişti.
Şimdi sık sık Türkiye’den de böyle haberler geliyor. Öldükten günler sonra, komşuları gelen kokudan şüphelenince evinde bir başına bulunanlar ülkesi olduk biz de.
Birkaç yıl önce Marmaris’te bir kişi öldükten haftalar sonra bulundu. Görüşmediği bir yetişkin evladı, daha yeni ayrıldığı bir kız arkadaşı vardı. Kimse onu sormamıştı. Kış günü Marmaris de tenha olduğu için öldüğü fark edilmemişti.
Annemi 2004 yılında, 73 yaşında kaybettik. Öldüğünde evde tek başınaydı. Apartmanın kapıcısının dikkati sayesinde neredeyse anında haberdar olduk.
Kendi çocukluğumdan hatırlıyorum, hafta sonları ya bizim evde ya teyzemlerde bütün aile bir araya gelirdi. Masanın etrafında da, salonda da oturacak yer kalmazdı, gün boyu süren bir mutlu curcuna yaşanırdı, sesler seslere karışır, akşamına herkes kalabalıktan yorgun düşmüş olurdu.
O koca aileden eser yok şimdi. Herkes kendi derdinde, ayrı bir koşuşturma halinde…
Çağımızın isimlerinden biri de ‘yalnızlık çağı’ olsa gerek.
Türkiye, sosyal ilişki ağlarının her şeye rağmen hala kuvvetli olduğu bir yer. Bu ilişkilerin çoktan çözüldüğü ülkeler, şehirler var dünyada. Yalnız insanlar oralarda sahiden yalnız.
Bir ara İngiltere’de uygulanmak istendi: Haftanın bir günü ‘yalnızlar günü’ olacaktı; kafelerde vs ‘yalnız’ masaları olacaktı ve yalnız insanlar birbirlerini bulup bir günlüğüne olsun yalnızlıklarını giderecekti. Yürümedi sanırım.
Geçenlerde haberi 10Haber’de de çıktı; yalnızlık ciddi sağlık sorunlarına da yol açıyordu. Özellikle 65 yaş üstündekiler için yalnızlık, sigara ve alkol bağımlığından bile büyük bir sağlık sorunuydu.
19. yüzyılda Batıda sosyoloji bilimini kuranlar gelecekten çok ümitliydi. Toplumlar ‘ileri’ gidiyordu, tarihin oku ‘ileri’yi gösteriyordu ve ‘ileri’ olan şey de, neredeyse tanımı gereği daha iyiydi.
Onlara göre toplumsal gelişme ilerlemesini kesintisiz sürdürecek ve sonunda da ortaya ‘mutlu’ ve ‘mükemmel’ bir toplum çıkacaktı. Marx’ın ütopyası da buydu, Auguste Comte veya Emile Durkheim’ın ütopyası da.
Ama aradan 200 yıl geçtikten sonra vardığımız yere bakın. ‘Mutlu’ topluma çok uzağız, ‘mükemmel’i ise artık hayal bile etmiyoruz.