01-07-2023
İsmet Berkan

Osmanlı’ya ‘Artık modern olmak gerekir’ dedirten ağır bir askeri isyan: Maçin Mazharı

Osmanlı’ya ‘Artık modern olmak gerekir’ dedirten ağır bir askeri isyan: Maçin Mazharı

Daha Bosna savaşı devam ediyordu, Saraybosna ağır bir kuşatma altındaydı. Ankara’da birkaç kişi, Bilkent Üniversitesi’nin lojmanlarındaki evinde büyük tarihçi Prof. Dr. Halil İnalcık’la sohbete gittik.

Bu sohbetler haftada bir, bazen 15 günde bir yapılıyordu; ben ilk kez katılıyordum ve İnalcık’la tanışacağım için çok heyecanlıydım.

Halil İnalcık sohbete içimizde en hazır olandı; adeta bir konferans verecek gibi çalışmıştı. Haritaları açtı, Kanuni Sultan Süleyman’ın seferi sırasında yapılan savaşları ve savaş alanlarını bugün Boşnaklar ile Sırplar arasında yaşanan savaşlarla kıyasladı. Savaş aynı yerlerde yapılıyordu.

Bugün son 18 aydır Ukrayna’da şiddetli savaşlar yaşanıyor. Ben geçen gün bir vesileyle 1768-74 Osmanlı-Rus savaşına, o savaşı bitiren Küçük Kaynarca Antlaşmasına ve sonrasında da devam eden Osmanlı-Rus çatışmalarına bakmak için bilgisayarımın başına geçtiğimde dehşet içinde fark ettim; neredeyse 250 yıl önceki savaşın geçtiği yerlerle bugünkü savaşın yoğunlaştığı yerler aynıydı.

Tarihin ve coğrafyanın böyle bir yanı var işte. Elinizdeki savaş teknolojisi ne olursa olsun, coğrafya sizi belli kanallara zorluyor. Coğrafya, yayılmak isteyen devletleri aradan kaç yüzyıl geçmiş olursa olsun aynı şekilde davranmak zorunda bırakıyor.

Rusya, bundan 250 yıl önce Karadeniz’e ve oradan da Akdeniz’e inmek, etki alanını daha da genişletmek için Osmanlı’yı geri püskürtüyordu; bugün aynı şeyi Ukrayna’ya karşı yapmaya çalışıyor. Üstelik aynı kasabalarda, aynı nehir kıyılarında, aynı düzlüklerde…

Yine de şunu söylemek fazla kaçmaz: 1768-1791 yılları arasında üç ayrı padişahın (2. Mustafa, 1. Abdülhamit ve 3. Selim) zamanına yayılarak yaşanan ve Osmanlı açısından son derece acı olan gelişmeler, çok uzun süre ertelenmiş olan Osmanlı Modernleşmesinin başlatıcısı oldu.

Bugün nasıl Ukrayna’nın tarımsal üretimi bütün dünyanın karnının doyması için son derece önemliyse, o gün de öyleydi ve Osmanlı bu 23 yıllık uzun dönemde sadece bugünkü Ukrayna’yı ve Kırım’ı kaybetmedi; bugünkü Moldova ve Romanya topraklarını da kaybetti.

Bu kayıpları bugün bile ‘Ordunun beceriksiz yöneticileri’ne bağlayan yorumlar var; kaldı ki bu yorumlar yanlış da değil ama Osmanlı’nın çok ağır askeri yenilgisine uzun dönemli bir perspektiften baktığınızda, aslında bu yenilgi neredeyse kaçınılmazdı, onu da görüyorsunuz.

1768’de Osmanlı, bugünkü Polonya’nın Rusya, Prusya ve Avusturya tarafından yenilip yutulmasını engellemek için Rusya’ya savaş ilan ediyor ama Osmanlı ordusunun Edirne’nin ötesine geçmesi, hele hele savaş alanlarına varması bir hayli uzun zaman alıyor.

İstanbul’daki üç padişah da, ardı ardına orduya savaşmasını emrediyor ama ordunun hem silahı yok hem yiyeceği hem de maaşı. Kendisinden çok daha küçük Rus birlikleri karşısında bile kolayca dağılıyor, askerler savaştan kaçıyor.

1774 tarihli Küçük Kaynarca Antlaşması, Osmanlı tarihi açısından bir büyük kırılma noktası ama bu anlaşma öyle kalmıyor. Ardından 1787-1792 arasında devam eden ikinci bir Osmanlı-Rus savaşı yaşanıyor.

Burada iki önemli tarihi an var. Birincisi 1784’te, yani Küçük Kaynarca’dan 10 yıl sonra, ikinci büyük savaştan ise 3 yıl önce yaşanıyor.

Lüksemburg Dükü o sırada tahtta olan 1. Abdülhamid’e bir mektup yazıyor ve Osmanlı yenilgilerinin sebebinin Osmanlı ordusunun eğitimsizliği ve modern savaş araç gereçlerinden yoksunluğu olduğunu söylüyor, eğitim ve modern savaş araçları satmayı teklif ediyor. Padişah aslında bu teklifi kabul etmeye yatkın ama kendi bürokrasisi teklifi reddediyor. Bu red sırasında kullanılan gerekçeyi alttaki yazıda ayrıca yazıyorum.

İkinci önemli tarihi kırılma anı ise, sonradan tarihe ‘Reformcu padişah’ olarak geçecek olan 3. Selim’in tahttaki ilk yıllarına denk geliyor. 3. Selim İstanbul’dan sürekli mektup yazarak bugünkü Romanya ve Bulgaristan topraklarında olan orduya Ruslara saldırmalarını söylüyor ama ordu bunu yapacak durumda değil. En sonunda 1791 yılının 18 Ekim günü ordu adına padişaha bir ‘mazhar’ gönderiliyor. Ordu savaşmayı reddetmektedir. Tarihimize ‘Maçin Mazharı’ olarak geçen bu büyük askeri isyan, hiçbirimize okul kitaplarında anlatılmaz, ancak bilenler bilir.

Osmanlı ordusu, başında dönemin bütün önemli komutanlarıyla birlikte savaşmayı bir çeşit ‘intihar emri’ gibi görmüştür; modern Rus askerinin karşısına çıkmayı reddetmiştir.

Padişah 3. Selim ancak bu olaydan sonra yüzyıllardır sarayda geçerli kabul edilen din doktrininden vaz geçip Nizam-ı Cedid adını verdiği yeni orduyu kurmaya yönelmiş, Osmanlı modernleşmesini böyle başlatmıştır.

Kuranı Kerimde geçen bir kelime Osmanlı’ya nasıl bahane oldu?

Kuranı Kerimde geçen bir kelime Osmanlı’ya nasıl bahane oldu?

‘İstidraç’ Arapça bir kelime. Kuranı Kerimde üç ayrı ayette, A’raf suresinin 182’inci, Âl-i imran suresinin 178’inci ve En’am suresinin 44. ayetlerinde bu kelime var.

Diyanet Vakfı’nın İslam Ansiklopedisi’ne göre ‘istidraç’ şu anlama geliyor: ‘Bir kimseyi bir şeye adım adım, derece derece yaklaştırmak, onu kurduğu tuzağa yaklaştırıp düşürmek, aldatmak’ anlamındadır.

Nitekim İslam Ansiklopedisi’ne göre ‘A‘râf sûresinde geçen kelime (7/182) “Allah’ın, âyetlerini yalanlayanları derece derece, sezdirmeden azaba doğru çekmesi, her yeni hata ve günahta yeni nimet ve imkânlar vererek azdırması, yavaş yavaş helâke götürmesi” gibi mânaları ifade eder.’

Âl-i İmran 178’de, inkârcıların nimetlerinin artışının rahmet için değil, kahır için olduğu belirtilmektedir: “İnkâr edenler, kendilerine vermiş olduğumuz mühletin, sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz, onlara ancak günahları artsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.”

Enam 44’te, inkârcılara, inkârları tamama ersin diye nimetlerinin artırıldığı dile getirilir: “Derken onlar kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında, (önce) üzerlerine her şeyin kapılarını açtık. Sonra kendilerine verilenle sevinip şımardıkları sırada, onları ansızın yakaladık da bir anda tüm ümitlerini kaybedip yıkıldılar.”

Buy sureler hakkında uzun uzun yazmak mümkün ama herhalde ‘istidraç’tan neyin kastedildiği anlaşıldı. 

Peki bu kelime ile Osmanlı’nın ve savaştaki yenilgilerin ne ilgisi var?

Çok ama çok uzun süre Osmanlı sarayı, Osmanlı ordularının Batı orduları karşısındaki yenilgilerini bu kelime ile açıklamışlar.

Yürütülen mantık kabaca şöyle: Biz müslümanız, demek ki Allah bizim yanımızda, Hristiyanların değil. Nihai zafer her şart altında müslüman olduğumuz için bizim olacak. Öyleyse bu hristiyanların savaş başarıları olsa olsa Allah’ın onları kandırmak ve daha fazla tuzağa çekmek için yaptığı şeyler, yani ‘istidraç.’

1784’te Lüksemburg Dükü Osmanlı’ya modern askeri eğitim ve modern silah bilgisi satmak istediğinde bu öneri, Osmanlı saray bürokrasisi tarafından reddediliyor. Oysa padişah 1. Abdülhamid öneriyi kabul etmeye yatkın. Red gerekçesi aynı: ‘Allah bizim yanımızda, başka şeye ihtiyacımız yok. Allah hristiyanlara zafer yaşatarak onları kandırıyor ve tuzağa çekiyor.’

İlginçtir, 1784’te Lüksemburg Dükünün önerisinin reddedilmesi için ‘istidraç’ kavramını kullanan o metni yazan saray vakanüvisi Ahmet Vasıf Efendi, 7 yıl sonra Padişah 3. Selim’e gönderilen ve ordunun savaşmayı reddettiğini anlatan Maçin Mazharı’nın da yazarı. Ama aynı Vasıf Efendi, daha sonra Osmanlı’nın ‘istidraç’ kavramından vaz geçip Batıdan bilgi almaya başlamasında da genel gerekçeyi kaleme alan isim de oluyor.

‘The Last Kingdom’ dizisini izlediniz mi?

‘The Last Kingdom’ dizisini izlediniz mi?

Netflix’te bir dizi, The Last Kingdom. Britanya adasında ‘Birleşik Krallık’ın nasıl kurulduğuna dair kurgusal bir roman dizisinden hareketle çekilmiş. Kılıç dövüşlerini ve Viking hikayelerini sevenlere tavsiye ederim ama benim bu diziyi burada anma sebebim farklı.

Osmanlı’nın Hristiyan ordularıyla yaşadığı savaşlarda ‘istidraç’ kelimesinin arkasına saklanması, yenilgileri neredeyse önemsememesi, çünkü nihai zaferin müslüman oldukları için kendilerinden yana olacağına inanması, sadece İslama özgü bir durum değil.

Viking istilasıyla başa çıkmaya çalışan Britanyalı küçük krallıkların tamamı koyu hristiyan ve sırf hristiyan oldukla, karşılarındaki Vikingler de pagan olduğu için zaferin kendilerinde olacağından eminler. Çünkü Tanrı onların yanında.

Ama hayır öyle olmuyor, pagan vikingler Hristiyanları kılıçtan geçiriyor sürekli ve en sonunda o Hristiyan krallar, sadece Tanrı inancının kendilerine yetmeyeceğini, üstüne iyi bir askeri eğitime ve askeri taktiklere de ihtiyaçları olacağını kabul ediyorlar.

Osmanlı, Ahmet Vasıf Efendi’yi neden İspanya’ya elçi gönderdi?

Osmanlı, Ahmet Vasıf Efendi’yi neden İspanya’ya elçi gönderdi?

Osmanlı tarihinin en ağır askeri yenilgilerinden biri 5-7 Temmuz 1770’te, Çeşme ve karşısındaki Sakız Adası açıklarında yaşandı.

Baltıklardan çıkıp gelen, Cebelitarık Boğazından Akdeniz’e giren Rus donanması, Çeşme Limanı’nda demirli Osmanlı donanmasının neredeyse tamamını bu iki günlük savaşta yok etti.

Osmanlı o sırada Akdeniz’in tamamının zaten hakimi değil ama Doğu Akdeniz’deki ticaret yollarını kontrol eden önemli bir donanmaya sahip. Bunu kaybedince Akdeniz’deki bütün çıkarları bir anda tehlikeye giriyor.

O güne kadar İspanya diye bir devletin varlığını bile çok umursamayan Osmanlı Sarayı bunun üzerine yüksek düzeyli bir memuru olan Ahmet Vasıf Efendi’yi İspanya’ya elçi olarak gönderiyor. Osmanlı’nın isteği basit: İspanya Cebelitarık’tan Rus gemilerinin geçmesine izin vermesin…

Bu istek yerine gelmiyor. Ama zaten Osmanlı 1774’te imzalamak zorunda kaldığı Küçük Kaynarca Antlaşması ile Ruslara İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından geçip Akdeniz’e inme hakkını veriyor.

Bugün Rus donanması yine aynı hakka sahip ve Suriye’deki Rus birliklerinin bütün ikmali İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı üzerinden yapılıyor.

Murat Karagöz’ün zamansız ve acı kaybı

Murat Karagöz’ün zamansız ve acı kaybı

Dün gece göz ucuyla haberin başlığını gördüm ama içini okumadım. Bir Türk diplomat, Fethiye’de denizde yüzerken kalp krizi geçirip ölmüştü.

Sabah haberin içini okuyunca beynimden vurulmuşa döndüm, Murat Karagöz’ü kaybetmiştik.

Ankara yıllarımda, o Çankaya Köşkü’nde çalışırken tanımıştım Murat’ı. Sonra Washington’a göreve gitti. 90’lı yıllarda Dışişleri Bakanlığı’nın yıldız genç kadrosu içindeydi.

Nitekim kariyerinde hep başarılı adımlarla yükseldi, ben de zaman zaman onunla haberleşir, kısa mesajlarla birbirimizi hep hatırlardık.

Ürdün’de görev yaparken birkaç kez beni Amman’a davet etti, gidemedim. Son olarak daha birkaç ay önce Lizbon’a gitmişti, ben de ona ‘Bak bu sefer gelirim’ demiştim.

Ülkesini çok seven, onun için yüzünden gülümsemesini hiç eksik etmeden canla başla çalışan biriydi Murat Karagöz. Türk diplomasisi için büyük bir kayıp.