PKK ile mücadele: Bocalaya bocalaya, kendi vatandaşımızı kıra döke geldik bugünlere
Bu yıl Türkiye’nin resmi olarak PKK ile mücadelesinin 40. yılı. Dile kolay, 40 yıl.
Daha birkaç gün önce hatırlattım: Bugün Türkiye’de yaşayanların yarısı 34 yaşından küçük. Nüfusumuzun yarıdan epey fazlasının bu son 40 yıl içinde doğduğunu söylemek yanlış olmaz.
PKK terörü başlıca mücadele yöntemi olarak seçmiş ayrılıkçı bir örgüt. Zaman zaman ‘Biz aslında ayrılmak değil federasyon istiyoruz’ gibi taktik açıklamalar yapsa da örgütün nihai amacının Türkiye’den koparacağı toprak ve nüfusla bağımsız bir Kürt devleti kurmak olduğunu bilmeyen yok.
Yani bu anlamda Türkiye son 40 yıldır aktif olarak devam eden bir ‘ayrılıkçı ayaklanma’ ile mücadele ediyor.
Bu mücadelenin türlü çeşitli aşamaları oldu. Başlangıçta örgüt ciddiye alınmadı, ‘Bunlar bir grup eşkiya’ dendi. Akla güvenlik politikaları uygulamaktan başka şey gelmedi.
Sonra ciddiye alındı, Kürt vatandaşlarımızın bir bölümü ‘geçici köy korucusu’ yapıldı, maaşa bağlandı. Bu yolla örgütün desteği sınırlanmak istendi. Güvenlikçi politikalar daha da yoğunlaştı.
Ancak örgütün 1991 sonundan itibaren Irak’ta Saddam Hüseyin’in ordusunun silahlarını edinebilir hale gelmesi ve eylem kapasitesinin artması, bu arada örgüte Türkiye içinden çok ciddi destek gelmesi 1992’de devleti de siyaseti de paniğe sevk etti. Bu panik hali devam ederken Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş elinde bir planla çıkageldi.
Siyaset kurumunun elinde Doğan Güreş’in planına alternatif başka bir plan yoktu; konuyu derinlemesine görüşmemişler, sorunun adını ‘Kürt sorunu’ olarak koymamışlardı. Doğan Güreş’in planı yürürlüğe girdi ve adına ister ‘Kürt sorunu’ deyin ister ‘PKK sorunu’ bu konuda karar verme, politika üretme sorumluluğu tümüyle askere devredildi.
Ne zamana kadar? Askerin kendisi tek karar verici olmaktan sıkılana, bu tek karar vericiliğin kendileri aleyhine çalıştığını fark edene kadar. Hatırlayın, İlker Başbuğ Genelkurmay Başkanlığı döneminde (2008-2010) sık sık ‘Biz teröristle mücadele ediyoruz, oysa terörle mücadele edilmesi lazım, teröristleri üreten bataklığın kurutulması lazım, bu da hükümetin görevi’ diyordu.
Asker 10 yılı aşkın süre siyaset üstü konumuyla siyaseti de yönetir hale gelmiş, PKK konusundaki tek karar vericiliğini dış politikadan ekonomiye her konuya yaymaya başlamış, ülke içinde de askeri vesayet tartışması geçmişte olmadığı kadar yüksek sesle konuşulur hale gelmişti. Asker içinde bir kanat ise Avrupa Birliği reformları yapılıyor, askerin sistem içindeki ağırlığı tıraşlanıyor diye darbe planları yapıyordu.
Türkiye feci bir Ergenekon-Balyoz kumpasları dönemi ve onu izleyen yeni vesayet tartışmaları, en sonunda da 15 Temmuz 2016’daki fiili darbe girişimini yaşadı. Hepsinin arka planındaki kök sebep 1992’de sivil siyasetin yapması gereken işi ve sorumluluğu askerin üstüne yıkmasıydı (Tam tersi de söylenebilir ve o da doğru olur: Asker kendi kendine durumdan vazife çıkarıp vaziyete elkoydu, siviller ses çıkartmadı, çıkarttıysa bile duyulmadı).
O günleri Doğan Güreş gazeteci Fikret Bila’nın ‘Komutanlar Cephesi’ kitabında şöyle anlatıyordu:
“Ben biliyorum niye (sıkıyönetim) ilan etmediklerini. Sıkıyönetim ilan ederiz, sonra da darbe yaparlar mı, diye düşünüyorlar. Hissediyordum. Yoksa ben onların tepesine biner ya sıkıyönetim ilan edin ya da ben birliklerimin başında kumandayı ele alıyorum, derdim. Ne yaparsanız yapın diyebilirdim. Ama her istediğimi yapabilecek bir ortam veriyorlardı bana. Fiilen dolduruyordum. Sanki sıkıyönetim varmış gibi fiilen dolduruyorduk. Öyle çalışıyorduk. (…) Demirel de memnundu. Valilerin hiçbiri bana bir şey demiyordu. Yetki sende değil, demiyorlardı. Hepsi ne dersem yapıyorlardı… O zamanki emir-komutayı şimdi çiz desen çizemem, ama fiilen bizim isteklerimiz, kararlarımız yerine geliyordu.”
İşte bu yönetim ortamı sadece sivil siyaseti anlamsızlaştırmadı, sonunda döndü silahlı kuvvetleri de bozdu.
Tabii, bütün sivilleri suçlamak doğru olmaz. 1993 yılı başında Cumhurbaşkanı Turgut Özal dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e bir ‘Kürt raporu’ sunmuştu. Bu kapsamlı raporun tam metni hiçbir zaman yayınlanmadı, ama raporun içeriğinin bir bölümü Özal’ın ölümünden bir süre sonra Hürriyet gazetesine haber olarak yansıdı.
Burada Özal bir yandan PKK ile askeri mücadelenin 40-50 bin kişilik özel eğitimli profesyonel bir güvenlik gücü tarafından sıkı sıkıya yapılmasını öneriyor, bir yandan da Türkiye’nin Kürt vatandaşlarıyla PKK’nın arasındaki mesafeyi açacak bir dizi önlemden söz ediyordu. Yani ‘Kürt sorunu’nu çözmekten, Kürt yurttaşları PKK’ya katılmaya, bu örgüte destek vermeye iten memnuniyetsizlikleri gidermekten…
Türkiye Turgut Özal’ın önerilerini o yazdıktan 20 yıl sonra, 2010’lu yıllarda peyderpey uygulamaya başladı. Mücadele tamamen profesyonel ordu birliklerine devredildi, 18 aylığına askere gitmiş eğitimsiz gençlerin şehit düşmesinin önüne geçildi; Kürtlerin ‘Dağda kar üzerinde yürürken kart kurt sesler çıkaran Türkler’ değil tamamen ayrı bir etnik grup olduğu, kendilerine ait bir dile sahip bulundukları kabul edildi, devlet kontrolünde Kürtçe TV yayını başladı vs vs.
Bunlar çok geç kalmış ve çok yetersiz önlemlerdi. Aradan geçen sürede PKK’yı destekleyen kuşaklar değişmiş, PKK’nın ayaklanması sırasında doğan çocuklar bu örgüte katılacak yaşa gelmişti. Bugün Türkiye’de ailesinden en az bir kişi bu savaşın o veya bu tarafında ölmemiş tek bir Kürt aile bulamazsınız. Bu kadar çok ölümün tek bir siyasi ve sosyolojik sonucu olmayacağını düşünmek mümkün değil (Aynı durum Türkiye’nin Batısı için de geçerli, şehit aileleri konusu, önemli bir sosyolojik gerçek).
Özal 1993’te yazdığı raporunda önerdiği önlemlerin tümünün alınması halinde PKK’nın 5-10 yılda kendiliğinden sönüp gideceğini söylüyordu. O yıllar için bu beklenti gerçekçi olabilir, ama bugün durum farklı. Bugün PKK, bırakın Türkiye içinde eylem yapmayı, Kuzey Irak dağlarında bile rahatça hareket edemeyen çok kuvvetli bir güvenlik çemberinin altında. Türkiye’den artık militan bulamıyor, örgüte katılımlar sıfıra yakın seviyede. Ama örgüt ve onu var eden sosyoloji hala yerinde duruyor.
Bugün PKK ile mücadelenin ‘patronu’ askerler değil, siviller. Türkiye nihayet bunu sağladı. Ama o sivil akıl da aynen asker gibi sadece güvenliği öncelemiyor, onu başlıca politika aracı olarak görüyor.
Oysa, evet güvenlik politikaları son derece önemli ve eksiksiz uygulanması çok kritik, ama bu sayede ele geçirilen bir fırsat var, o fırsat kullanılmıyor.
Sözünü ettiğim fırsat aslında son yerel seçimle birlikte kendini büyük ölçüde gösterdi; Kürt siyasi hareketinin partisi çok ciddi oy kaybına uğradı.
Bugün DEM adını taşıyan bu parti bu oy kaybının sebeplerini kendisi de araştıracak, Kürt vatandaşların neden farklı siyasi yönelimlere döndüğünü veya oy vermeye gitmediğini anlamaya çalışacaktır herhalde.
Ama aynı şeyi Türkiye’deki geri kalan sivil siyasetin de yapması, DEM’e gitmeyen oyların neden kendilerine çok sınırlı biçimde yöneldiğini araştırması gerek.
DEM oy kaybının salt devletin baskıcı politikalarından, kayyım uygulamalarından kaynaklandığı sonucuna varırsa seçimi yanlış okuyacak. Devletin ağır baskısı ve seçilmiş belediye başkanlarının hemen görevden alınması elbette bir yılgınlık yaratmış ve oy kaybına sebep olmuş olabilir ama bunu yegane sebep saymak kafayı kuma gömmek olur. Seçmen partisine ‘PKK’dan ve Kandil’den bağımsızlaş’ diyor olabilir.
Aynı şekilde, başta Ak Parti ve CHP olmak üzere sivil siyasetin diğer partileri DEM’in oy kaybını ‘güvenlik politikalarının başarısı’ olarak görüp kayyım uygulamasını sürdürmeyi, siyaset yapmadan siyasi sonuç elde etmeyi sürdürecek olurlarsa ortaya çıkan fırsat penceresini berhava edebilirler.
Bir gün bir çözüm ortaya çıkarsa, o çözüm siyasi çözüm olacak, bunu hep akılda tutmak lazım. ‘Kürt sorunu’ kendiliğinden buhar olup uçup gitmeyecek.
Kürt sorununun çözümü için belki de tarihimizde ilk kez ufukta bir ümit var. Bu ümidi, eğer başarabilirse sivil siyaset hayata geçirecek.
Ama elbette bir de PKK gerçeği var. Bu örgüt, eylem yapamaz hale gelmiş bile olsa orada öylece duruyor.
Çözüm ihtimalinde karar bir ölçüde PKK’nın aslında: Ya bu çözüme katılacak ya da sorunun parçası olarak kalıp bugün yaşadığı çaresizliği yaşamaya devam edecek, hatta belki zaman içinde Turgut Özal’ın öngördüğü gibi marjinalize olmaya doğru gidecek.
Örgütün Suriye’de elde ettiği kazanımlar sürdürülebilir şeyler değil, ama korkarım bunu anlaması çok zamana ve maalesef kan dökülmesine mal olacak.