29-06-2023
İsmet Berkan

Tarihe Batıdan bakmakla Doğudan bakmak arasındaki fark

Tarihe Batıdan bakmakla Doğudan bakmak arasındaki fark

Bu bayram tatilinde ve becerebilirsem yapacağım yaz tatilinde işim, ilk taslağı bundan 4 yıl önce yazılan ama o zamandan beri düzeltile düzeltile bitmeyen, sürekli yeni bölümler eklenen veya çıkarılan bir kitabıma son halini vermek.

Kitap bir gazetecilik kitabı değil.

Konusu, hiç haddim olmayan, aslında hiç kalem oynatmamış olmam gereken bir konu: Bir çeşit uygarlık tarihi.

Zaten bu kadar haddim olmayan bir işe kalkıştığım için olsa gerek, ilk taslağının yazımının üzerinden bunca zaman geçtiği halde hala yayınlanmadı. Kitabın çeşitli aşamalardaki taslaklarını aklına, bilgisine güvendiğim onlarca dostuma okuttum, onlardan beni sert biçimde eleştirmelerini istedim. Gelen eleştirilerin ışığında kimi bölümleri yeniden yazdım, kimi eklemeler ve çıkartmalar yaptım.

İki kere yayınevlerine gitti kitap. Birinden doğrudan red cevabı aldı, diğeri ilgilendi ve hemen basmak istedi. Ben hazır olmadığımı söyledim. Onlar beni tehdit etti, bu son baharda basacaklarını söyledi. Son halini eylül ayında göndermeliydim, yoksa ellerindeki metni basacaklardı.

Belki de böyle bir sıkıştırmaya ihtiyacım vardı, şimdi telaş içinde vakit buldukça taslağın üzerinden geçiyorum, kimi eklemeler ve çıkartmalar yapmaya devam ediyorum.

Dedim ya, hiç haddim olmayan bir işe kalkıştım diye… Sahiden de kitap üzerinde derinleştikçe hem ne kadar cahil olduğumu fark ediyorum hem de kalkıştığım şeyin ne kadar çetrefil olduğunu.

Hepimiz okullarda bir biçimde bir tarih ve uygarlığın gelişmesi anlatısı öğrendik. Bu anlatı hiçbir zaman insanlığın ortak tarihi hakkında olmadı, hep yerel tarihlere baktık biz.

Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki, insanlık tarihinin başladığı ve yeşerdiği topraklardan başlıcası burnumuzun dibinde. Tarihin ilk büyük uygarlıklarından biri olan Sümerler’le ilgili çok geniş bir arkeolojik hazineye sahibiz ama çok az yayın yapmışız. Bir başka büyük uygarlık olan Hititler, tam bir Anadolu uygarlığı ama onlarla Japonlar sanki bizden daha fazla ilgileniyor.

Popüler anlamda geniş kitlelerin öğrendiği tarih ise temelde İslam tarihi ve Osmanlı tarihinden oluşuyor. Osmanlı tarihini, tarihin merkezinde Osmanlı varmış gibi anlatıyoruz, ki bu belli dönemler için doğru, ama bu tarihi de önce fetihler ardından da toprak kayıpları tarihi olarak görüyoruz.

Bunu eleştirmek için söylemiyorum, her ülkede tarih anlatısı sonuçta ulusal kimlik oluşturmaya yöneliktir.

Tarihçi açısından mesele, ulusal tarihin ötesine geçip bir dünya tarihi veya uygarlık tarihi yazmaya kalktığında ortaya çıkar. Çünkü sosyo ekonomik tarih, her zaman olmasa bile belirli bir nedensellik içerir ve bu neden-sonuç ilişkisini doğru ortaya koyabilmek için de diğer ulusların tarih anlatısını da olabildiğince objektif görebilmek gerekir.

Kendi kitabımı yazarken hep şunu düşündüm: Benzer bir ‘uygarlık tarihi’ anlatısını mesela Çinli bir yazar yazmaya kalksa ne yazardı, Hintli yazsa ne yazardı, Alman ne yazardı, İngiliz ne yazardı, Amerikalı ne yazardı?

Belli bir mesafeye geri çekilip baktığınızda ‘uygarlık’ denen şey bir tane aslında. İnsanlık, hangi kendi özgün kültürel geçmişinden geliyor olursa olsun, ‘uygarlık’ denen makinenin dişlileri nasıl oluyorsa hep aynı yöne doğru dönüyor. Bundan 10 bin yıl önce bile insanlar bir birlerinden hayli uzak coğrafyalarda birbirine benzeyen kurumlar ve kurallar yaratmışlar, birbirlerinden habersiz ‘felsefe’yi icat etmişler ve ne bileyim mesela Çinli Konfüçyus ile Yunanlı Platon neredeyse aynı soruları sorup cevaplar aramışlar.

Buna rağmen, tarihe Batıdan baktığınızda başka bir şey, Doğunun çeşitli açılarından baktığınızda başka bir şey görüyorsunuz. Bizim Türkiye’de kendimize özgü bir başka durumumuz daha var: Biz Doğu ile Batı arasındaki sıkışmışlığımızdan ötürü, tarih anlatısını bu konudaki savaşın alanlarından biri olarak da seçmişiz ve aynı ülkede birbirine rakip iki tarih anlatısının kavgasının ortasında yaşıyoruz, hepimiz taraflardan birini tutmaya zorlanıyoruz.

Geçmişle fazlasıyla didişen bir güncele mahkum ülkede yaşıyoruz. Tarihe ve uygarlıkların gelişimiyle düşüncelerin fikirlerin gelişimine bakarken kendi özgün kavgamıza o kadar kapılıyoruz ki, çoğu zaman evrensel olanı, bütün insanlık için olanı ıskalıyoruz, o alana özgün bir katkı yapamıyoruz.

Daha fenası şu: Aynı ülkede yan yana yaşıyoruz ama tarihe Batıdan bakanlarımızla Doğudan bakanlarımız aslında aynı dili konuşmuyorlar, aralarında bir diyaloğu bırakın temel iletişim bile kurulamıyor.

‘İslamın Altın Çağı’nı neden hiç konuşmuyoruz?

‘İslamın Altın Çağı’nı neden hiç konuşmuyoruz?

Biz tarihe bir yandan Türklerin bir yandan da İslam’ın tarihi olarak bakıyoruz. Bu bakış açısının bu kadar dar olmasının türlü çeşitli sakıncalarını bir kenara bıraksak bile sorun var: ‘Kendi tarihimiz’ dediğimiz tarihe de aslında seçerek bakıyoruz, bu tarihin belli bölümlerini gözardı ediyoruz veya şöyle bir üzerinden geçip gidiyoruz.

İslam tarihinde, ‘İslamın Altın Çağı’ adı verilen ve genel olarak miladi takvimle 8. yüzyıl ortasından 14. yüzyıla kadar devam ettiği üzerinde bir anlaşma olan uzun mu uzun bir dönem var.

İslam uygarlığı bu dönemde bilimden felsefeye, devlet yönetiminden hukuka dünyadaki diğer benzerlerine göre çok daha ileri seviyede. Ama sonra bu çağ sona eriyor, bu rekabet avantajı azar azar kayboluyor, bu arada Batıda 11 ve 12. yüzyıldan itibaren başlayan düşünce hareketleri ve sosyal gelişmeler önce rönesansa, ardından da bilimsel düşünce devrimine neden oluyor ve bugün bildiğimiz uygarlık farkı ortaya çıkıyor.

Tarihe Doğu-Batı rekabeti diye bakmak yerine ‘insanlığın gelişme ve uygarlaşma tarihi’ diye baksak, belki de dönüp İslam’ın Altın Çağı’nı, o çağın din anlayışını ve o anlayışın neden ve nasıl kesintiye uğradığını anlamamız gerekecek. Ve buradan hareketle belki bugün geçmişi aşan bir fikri sıçramaya ulaşabileceğiz.

Ama hayır. Biz, ‘İslamın Altın Çağı’nı da konuşmuyoruz aslında; İslam dininin nasıl olup da böyle bir ‘Altın Çağ’ yaşadığını, sonra da rekabet avantajını hangi sebeplerle kaybedip bir türlü bilimsel devrimleri ve kapitalizmi başlatamadığını tartışamıyoruz.

Tersten bakıp İslamın Altın Çağı’nın bir iki din düşünürünün görüşleri yüzünden sona erdiği basitliğinde konuyu ele alanlar yok değil ama aklı başında herkes ne tek başına bu düşünürlerin görüşlerinin ne de Moğolların Bağdat’ı yakıp yıkmasının Altın Çağ’ın sona ermesini tek başına açıklamadığının farkında.

Ama ilk söylediğim görüş, yani yaygın kabul gören İslam anlayışının Mutezile okulu olmaktan çıkmasını Altın Çağın sona ermesinde temel neden gören anlayış belli kesimlerde o kadar yaygın bir kabule sahip ki, bu kesimler ister istemez bir noktada ‘Aslında gelişmeye İslam dini engel oldu’ demeye başlıyorlar. İşte tam orada diyalog da, iletişim de kopuyor ve biz hiçbir şeyi karşılıklı konuşamaz hale geliyoruz.

Her şey oğlumun bir basit sorusuyla başladı

Her şey oğlumun bir basit sorusuyla başladı

Bugün üniversite ikinci sınıfa gitmeye hazırlanan oğlum o sırada ortaokul son sınıftaydı ve hiç ihtiyacı olmadığı halde LGS sınavına girmeye hazırlanıyordu. Bir gün bana, ‘Baba’ diye sordu, ‘İzmir İktisat Kongresinde liberal ekonomi uygulanmasına karar verildi ne demek?’

Çözdüğü testteki sorunun doğru cevabı buydu. Oğlum doğru cevabı biliyordu ama bu cevabın neden doğru cevap olduğunu bilmiyordu.

Başka ülkeler ne yapıyor bilmiyorum ama bizim eğitim sistemimizde böyle bir sorun var: Bilgi yığınlarımızı çocuklarımıza yüklüyoruz ama hangi bilginin neden gerektiğini söylemiyoruz.

Hepimiz daha ilkokuladan başlayarak basit cebiri öğreniyoruz. x+1=4 denkliğinde x’in değerini hesaplıyoruz. Ama hiçbirimiz cebirin hangi insan ihtiyacına cevap vermek için ortaya çıktığını öğrenmiyoruz.

Newton ve Leibniz, bugün adına ‘kalkülüs’ dediğimiz matematiği hangi ihtiyacı karşılamak için icat etmek zorunda kaldı? Bilenler parmak kaldırsın.

İzmir İktisat Kongresi neden yapıldı ve ‘liberal iktisada geçmek’ ne demek? Bu sebepleri anlatmaya da vakit kalmıyor herhalde. Kaldı ki o yaştaki çocuklar zaten ‘liberal ekonomi’ ne demek, onu da bilmiyorlar.

Öyle olunca, bilgi hapları ve test sorularının seçenekleri kalıyor bir tek geriye.

Oysa bilgiyi, o bilginin hangi bağlamda ortaya çıktığını tarihsel çerçevesi dahil aktarabilsek, o bilgi daha kalıcı olacak.

‘Haddim olmayan bir iş’ dediğim kitabı yazmaya işte oğlumun bu basit sorusuna cevap bulmaya çalışırken karar verdim.

Diyarbakır’ın Ergani ilçesindeki o cam parçaları

Diyarbakır’ın Ergani ilçesindeki o cam parçaları

Gazetecilik hayatımın bana en heyecan veren gezilerinden biri, rahmetli Ergun Çağatay’la birlikte 80’lerin ortalarında yaptığımız GAP turuydu. Atatürk Barajı şantiyesini gezmiş, Karakaya Barajını dolaşmıştık, fotoğraflamıştık.

Ergun’un ısrarıyla ve onun sayesinde Karakaya Barajından ayrıldıktan sonra yakındaki Diyarbakır Ergani’ye gittik, orada Türkiye’nin en önemli arkeolojik kazı alanlarından biri olduğunu sonradan öğreneceğim Çayönü kazısını ziyaret ettik.

Rahmetli Prof. Dr. Halet Çambel başlatmıştı bu kazıyı, öğrencisi Prof. Dr. Mehmet Özdoğan devam ettiriyordu. Çayönü, o sırada henüz Göbeklitepe bulunmadığı için, ‘Dünyanın en eski yerleşim yeri’ olarak kabul edilmeye çok yakındı. Yani insanların avcılık ve toplayıcılıktan yerleşik düzene geçtikleri Neolitik çağın başlangıcına işaret eden yerleşimlerden biriydi Çayönü.

Çayönü katman katman. En altta elbette en eski dönemler var, neredeyse 10 bin yıl önceye gidiyor. Ama burası binlerce yıllık bir yerleşim yeri, daha üstte 7 bin yıllık, 6 bin yıllık vs katmanlar da var.

Bu katmanlardan birinde arkeologlar renkli camlardan yapılma bir kolye bulmuştu.

Bu buluntu iki bakımdan önemliydi: 

1. Tarihin daha o zamanında ‘lüks’ kavramı icat edilmişti, süsten ve statü sembolü olmaktan başka hiçbir işe yaramayan, hiçbir hayati ihtiyaca hitab etmeyen bir şeydi bu kolye. Demek ki süslenmek ve değerli camlar veya madenleri giysinin bir parçası yapmak bu kadar eskiye dayanan neredeyse ‘organik’ bir ihtiyaçtı.

2. Bu camlar Ergani civarında doğal olarak oluşamayan şeylerdi. Kazı yerindeki arkeologlara göre Kuzey Afrika’nın Batı Akdeniz kıyılarında, yani bugünkü Tunus veya Cezayir kıyılarında doğal silisyumla oluşmuş camlardı. Yani, bundan binlerce yıl önce birileri oradaki kumsalda bu camları bulmuş, başka biri onu kolye yapmış, üçüncü bir kişi, ki ona ‘tüccar’ diyoruz, o kolyeyi alıp binlerce kilometre ötedeki bir kadına satmıştı.

‘Küreselleşme’yi görece yeni bir şey sananlara, sigarasını yakmak için kullandığı çakmağın Çin’den geldiğini görünce şaşıranlara duyurulur.

Sümerlerin para biriminin adı neydi?

Sümerlerin para biriminin adı neydi?

Bugün bildiğimiz anlamda ‘tarih’ yani yazılı tarih dünyada üç noktada neredeyse eş zamanlı ‘başladı.’

Biri, adına Yunanca ‘Nehirlerin arası’ anlamına gelen Mezopotamya. Yani Fırat ve Dicle nehirlerinin arasında kalan, ‘Altın Hilal’ diye de anılan bölge.

Diğerleri, Hindistan’da Indus Vadisi ve Çin’de Sarı Nehir’in etrafı.

Tarım, o zamanki insanlık için gerçek bir teknolojik devrimdi. Ve tarımın akar suların yakınlarındaki verimli topraklarda başlamasından daha doğalı yok elbette.

Mezopotamya’da tarımla başlayan ilk uygarlıklar köylerden şehirlere ve sonunda bir büyük imparatorluk olan Sümer devletine evrildi.

Bir devlet tarafından basılan ve karşılığı da o devlet tarafından garanti edilen ilk paralardan biri Sümer parasıydı. Bu paranın adı ‘Şekel’di ve 1 Şekel az miktarda arpa tanesine karşılık geliyordu. Devlet, bastığı her Şekel’e karşılık depolarında o kadar arpayı garanti ediyordu.

Bugün İsrail’in para biriminin adı da ‘Şekel.’

Binlerce yıllık tarihte milyonlarca şey değişmiş ama bazı şeyler de sürekli kalmış.

Bana böyle şeyler çok çarpıcı geliyor.