Tarihe Batıdan bakmakla Doğudan bakmak arasındaki fark
Bu bayram tatilinde ve becerebilirsem yapacağım yaz tatilinde işim, ilk taslağı bundan 4 yıl önce yazılan ama o zamandan beri düzeltile düzeltile bitmeyen, sürekli yeni bölümler eklenen veya çıkarılan bir kitabıma son halini vermek.
Kitap bir gazetecilik kitabı değil.
Konusu, hiç haddim olmayan, aslında hiç kalem oynatmamış olmam gereken bir konu: Bir çeşit uygarlık tarihi.
Zaten bu kadar haddim olmayan bir işe kalkıştığım için olsa gerek, ilk taslağının yazımının üzerinden bunca zaman geçtiği halde hala yayınlanmadı. Kitabın çeşitli aşamalardaki taslaklarını aklına, bilgisine güvendiğim onlarca dostuma okuttum, onlardan beni sert biçimde eleştirmelerini istedim. Gelen eleştirilerin ışığında kimi bölümleri yeniden yazdım, kimi eklemeler ve çıkartmalar yaptım.
İki kere yayınevlerine gitti kitap. Birinden doğrudan red cevabı aldı, diğeri ilgilendi ve hemen basmak istedi. Ben hazır olmadığımı söyledim. Onlar beni tehdit etti, bu son baharda basacaklarını söyledi. Son halini eylül ayında göndermeliydim, yoksa ellerindeki metni basacaklardı.
Belki de böyle bir sıkıştırmaya ihtiyacım vardı, şimdi telaş içinde vakit buldukça taslağın üzerinden geçiyorum, kimi eklemeler ve çıkartmalar yapmaya devam ediyorum.
Dedim ya, hiç haddim olmayan bir işe kalkıştım diye… Sahiden de kitap üzerinde derinleştikçe hem ne kadar cahil olduğumu fark ediyorum hem de kalkıştığım şeyin ne kadar çetrefil olduğunu.
Hepimiz okullarda bir biçimde bir tarih ve uygarlığın gelişmesi anlatısı öğrendik. Bu anlatı hiçbir zaman insanlığın ortak tarihi hakkında olmadı, hep yerel tarihlere baktık biz.
Öyle bir coğrafyada yaşıyoruz ki, insanlık tarihinin başladığı ve yeşerdiği topraklardan başlıcası burnumuzun dibinde. Tarihin ilk büyük uygarlıklarından biri olan Sümerler’le ilgili çok geniş bir arkeolojik hazineye sahibiz ama çok az yayın yapmışız. Bir başka büyük uygarlık olan Hititler, tam bir Anadolu uygarlığı ama onlarla Japonlar sanki bizden daha fazla ilgileniyor.
Popüler anlamda geniş kitlelerin öğrendiği tarih ise temelde İslam tarihi ve Osmanlı tarihinden oluşuyor. Osmanlı tarihini, tarihin merkezinde Osmanlı varmış gibi anlatıyoruz, ki bu belli dönemler için doğru, ama bu tarihi de önce fetihler ardından da toprak kayıpları tarihi olarak görüyoruz.
Bunu eleştirmek için söylemiyorum, her ülkede tarih anlatısı sonuçta ulusal kimlik oluşturmaya yöneliktir.
Tarihçi açısından mesele, ulusal tarihin ötesine geçip bir dünya tarihi veya uygarlık tarihi yazmaya kalktığında ortaya çıkar. Çünkü sosyo ekonomik tarih, her zaman olmasa bile belirli bir nedensellik içerir ve bu neden-sonuç ilişkisini doğru ortaya koyabilmek için de diğer ulusların tarih anlatısını da olabildiğince objektif görebilmek gerekir.
Kendi kitabımı yazarken hep şunu düşündüm: Benzer bir ‘uygarlık tarihi’ anlatısını mesela Çinli bir yazar yazmaya kalksa ne yazardı, Hintli yazsa ne yazardı, Alman ne yazardı, İngiliz ne yazardı, Amerikalı ne yazardı?
Belli bir mesafeye geri çekilip baktığınızda ‘uygarlık’ denen şey bir tane aslında. İnsanlık, hangi kendi özgün kültürel geçmişinden geliyor olursa olsun, ‘uygarlık’ denen makinenin dişlileri nasıl oluyorsa hep aynı yöne doğru dönüyor. Bundan 10 bin yıl önce bile insanlar bir birlerinden hayli uzak coğrafyalarda birbirine benzeyen kurumlar ve kurallar yaratmışlar, birbirlerinden habersiz ‘felsefe’yi icat etmişler ve ne bileyim mesela Çinli Konfüçyus ile Yunanlı Platon neredeyse aynı soruları sorup cevaplar aramışlar.
Buna rağmen, tarihe Batıdan baktığınızda başka bir şey, Doğunun çeşitli açılarından baktığınızda başka bir şey görüyorsunuz. Bizim Türkiye’de kendimize özgü bir başka durumumuz daha var: Biz Doğu ile Batı arasındaki sıkışmışlığımızdan ötürü, tarih anlatısını bu konudaki savaşın alanlarından biri olarak da seçmişiz ve aynı ülkede birbirine rakip iki tarih anlatısının kavgasının ortasında yaşıyoruz, hepimiz taraflardan birini tutmaya zorlanıyoruz.
Geçmişle fazlasıyla didişen bir güncele mahkum ülkede yaşıyoruz. Tarihe ve uygarlıkların gelişimiyle düşüncelerin fikirlerin gelişimine bakarken kendi özgün kavgamıza o kadar kapılıyoruz ki, çoğu zaman evrensel olanı, bütün insanlık için olanı ıskalıyoruz, o alana özgün bir katkı yapamıyoruz.
Daha fenası şu: Aynı ülkede yan yana yaşıyoruz ama tarihe Batıdan bakanlarımızla Doğudan bakanlarımız aslında aynı dili konuşmuyorlar, aralarında bir diyaloğu bırakın temel iletişim bile kurulamıyor.