12-12-2025
İsmet Berkan

Amerikan yüzyılının sonu ufukta belirdi bile

Amerikan yüzyılının sonu ufukta belirdi bile

Ondokuzuncu yüzyıl bitip yirminci yüzyıl başladığında dünyanın tartışmasız bir tane küresel süper gücü vardı ve bu güç sarsılmaz gözüküyordu: Britanya İmparatorluğu.

Britanya, yanına kısmen Fransa’yı da almış, dünya ticaretinin yarıdan fazlasının kontrolunu elinde tutuyordu. Ama bundan da önemlisi, dünya ticaretinin yapıldığı para birimi konusunda bir tekeldi. Dünyanın bütün ama bütün ülkeleri altın rezervlerini Londra’daki Bank of England’da tutuyordu ve altının değerini de Londra belirliyordu.

Bu muazzam ticaret ve finans tekeli, para biriminin altına dayalı olması nedeniyle dünya çapında toplamı sıfır olan bir oyuna neden oluyordu. Yani birisinin kazancı bir başkasının kaybı anlamına geliyordu.

Dünya çapındaki ekonomik oyunun bu doğası, tabii Britanya ve Fransa dışındaki aktörleri boğuyordu. Kendini büyük ölçüde bu dünyadan ayırmış ve 1823’te ilan ettiği Monroe Doktrini sayesinde kendi arka bahçesini elde etmiş olan ABD sadece bu boğulmadan etkilenmiyor, hatta giderek zenginleşiyordu.

Bizim Osmanlı İmparatorluğumuzun sonunu da getiren Birinci Dünya Savaşı’nın yegane sebebi buydu: Britanya ve Fransa’nın dünyada başka hiçbir ülkenin zenginleşmesine izin vermeyen tekelci konumu.

Savaşı Almanya başlattı, savaşa son dakikaya kadar katılmayan ABD ilginç biçimde savaşın kazananı oldu.

Çünkü ne Britanya ve Fransa ne de karşılarındaki Almanya aslında bu çapta büyük bir savaşı 4 yıl boyunca siperlerde sürdürecek kadar zengindi. O yüzden borç alarak savaşa devam ettiler. Savaştaki iki tarafa da borç veren ise New York’taki bankerlerdi.

Savaş bittiğinde ABD bankaları hem İngiltere ve Fransa’nın hem de savaş mağlubu Almanya’nın ‘patronu’ydu artık.

‘Amerikan yüzyılı’nın ilk adımları böyle atıldı.

İki savaş arası dönemde Amerika, Avrupa’da yeni bir savaş çıkmaması için çok uğraştı. Almanya savaş tazminatlarını ödeyemiyordu mesela, Amerika yeni borç verdi. Verdiği para Almanya’dan Fransa’ya, oradan İngiltere’ye gidiyor ve sonunda yine New York’a geri dönüyordu. Tabii bu turu atarken ciddi bir faiz geliri getiriyordu. Herkesin kaybettiği, ABD’nin tek başına kazandığı bir oyun kurulmuştu.

Amerika’nın çabası ikinci savaşı engellemeye yetmedi. Bu ülke yine savaşa çok geç girdi; gireceği güne kadar iki tarafa borç vermeyi, savaşı finanse etmeyi de sürdürdü.

Savaş bittiğinde ‘Amerikan yüzyılı’ kesin biçimde başlamıştı. Savaş sonunda, savaşı finanse etmek için ülke dışından borçlanmayan tek ülke ABD idi. Sovyetler Birliği bile ABD’den borç almıştı, buna karşılık ABD savaşın tamamını kendi iç piyasasından finanse etmişti. Evet federal hükümetin borçları inanılmaz bir seviyedeydi ama bu borçların tamamı kendi vatandaşınaydı, yani dolarlaydı.

Savaş sonrası Amerika’nın başlattığı ‘Marshall Planı’ adlı plan bir yardım severlik planı değildi. Amerika, Avrupa’nın savaş sonrası onarımını finanse ederek kendi alacaklarını tahsil imkanı yaratıyordu aslında ve Amerikan sanayisinin hakimiyetini perçinliyordu.

Savaşın son döneminden itibaren gerek o zamanki başkan Roosevelt’in gerek onun yerine gelen Truman’ın çok kuvvetli ‘anti emperyalist’ söylemlerini görürsünüz. Amerika, Britanya İmparatorluğu’nun ve onun emperyal hakimiyetinin yeniden kurulmasına şiddetle karşıydı; dünya çapında serbest ticaret istiyordu, Amerikan malları her pazara girebilmeliydi.

Girdi de nitekim. Ama Amerika’nın bu ‘serbest ticaret’ taraftarlığı zaman içinde başka rakiplerin de dünya pazarlarına girmesine neden olacaktı. Bugün mesela baktığınızda Başkan Donald Trump Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olarak kabul edilmesini ‘büyük hata’ olarak görüyor. Geçmiş olsun.

Amerika’nın ‘serbest ticaret’inden zaman içinde en fazla faydalanan iki ülkenin 2. Dünya Savaşı mağlupları Almanya ve Japonya olması bir ironi değil. Bu iki ülke yarattıkları endüstriyel kapasite ve inovasyonlarıyla 1970’lerden itibaren yeniden dünya sahnesine girdiler.

Onları Güney Kore ve komünizmi gevşetip bir çeşit devlet kapitalizmi kurmaya yeltenen Çin izledi.

Başlangıçta Amerika pek şikayetçi değildi. Çünkü kendi üstünlüğü artık sadece finansa dayalı değildi. 1950’lerin sonlarından itibaren dünya ekonomik büyümesinin sürükleyicisi daha fazla bilim ve teknoloji olmuştu ve Amerika bu iki alanda neredeyse tekele sahipti. Dünyanın en iyi üniversiteleri bu ülkedeydi, kamu kaynaklarıyla yapılan dev araştırmalardan çıkan müthiş ürünler Amerika’yı her bakımdan üstün yapıyordu.

Ama işte dün yazmaya çalıştım, Amerikan üstünlüğü ve hakimiyeti 2000’li yıllardan itibaren törpülenmeye başladı. Özellikle Çin arkadan çok kuvvetli geliyordu.

Bugün 10Haber’in manşetindeki haber, Çin’in artık sadece temel bilimde değil teknolojide de Amerika’yı yakalayıp geride bıraktığını bize gösteriyor.

İlginç biçimde birincilik veya dünya çapında üstünlük ilk kez bir büyük savaş olmadan el değiştirecek gibi duruyor.

Gerek birinci ve gerekse ikinci Dünya Savaşı’nda savaşı başlatan taraf zayıf olan, ekonomik olarak zayıf kalmaya mecbur bırakılan taraftı; daha fazla gelişip zengin olabilmek için savaşı başlattı Almanya ve Japonya.

Ama bu kez zayıf olanın, yani Çin’in görünür bir savaş başlatma tehlikesi yok. Evet, Güney Çin Denizinde hakimiyet için Tayvan adası üzerinde sürekli bir askeri gerginlik var ama şu ana kadar Çin kendi ticari rakiplerini engellemek için çok daha başka yollar kullandı, askeri yöntemler değil. O yüzden Güney Çin Denizi’nin ticaret gemilerine açık olmaya devam etmesi başka herkesten çok Çin’in işine gelen bir şey.

Burada önemli olan, Çin’in yüksek katma değerli üretime 35-40 yıl gibi çok kısa bir sürede geçmiş olması. Dünya çapında uygulamalı bilim makalelerinin yüzde 56’sını üretmek, bu geçişin çok çarpıcı bir göstergesi.

Dünya elektrikli otomobil üretiminin yüzde 70’ini Çin sağlıyor bugün. Dünya otomotiv pazarında pazar payı düzenli olarak büyüyen yegane kategori elektrikli araç kategorisi. Bugünden başladık Çin malı otomobillere binmeye, yarın Amerikan veya Avrupa yapımı araçları çok daha az göreceğiz.

Daha önemlisi şunu yapıyor Çin: Yıllardır yapay zeka robotlarına para yatırıyor. Çok yakında bütün üretim robotlarının, depolarda kol işçiliği yapan robotların, malları bir yerden başka yere götüren otonom kamyonların tamamı Çin malı olacak.

Çin’in önünde bir büyük engel var: Demografisi.

Bu ülkenin nüfusu artmıyor, aksine eksiliyor. Dolayısıyla giderek yaşlanıyor ve yakında sosyal güvenlik ve sağlık sisteminin üzerine inanılmaz yükler binmeye başlayacak. Çin bundan 20 yıl sonra, hala ekonomik üstünlüğünü sürdürmek istiyorsa, çaresi yok dışarıdan genç göçmen alacak.

Peki Amerika kendisi açısından kötü gidişi durdurabilir, yeniden öncü ve birinci konuma geçebilir mi?

Amerika ‘Geçebiliriz’ diyor ve bunun için Çin’le yürüttüğü yapay zeka yarışında elde edeceği başarıya güveniyor.

Yapay zeka alanında hayal edilmesi zor büyüklükte yatırımlara hazırlanıyor ABD bugünlerde. Hatta bu yatırımlar kısmen başladı.

Yarın, gelin o konuya yakından bakalım. Sakın Amerika bütün parasını yanlış bir yere koyuyor olmasın?

Suriye’de SDG ile neler oluyor?

Suriye’de SDG ile neler oluyor?

Bu yılın 10 Mart’ında Suriye’nin Cumhurbaşkanı Ahmet Şara ile ülkede SDG adını kullanan güçlerin komutanı Mazlum Abdi bir mutabakat anlaşması yaptı.

Ancak anlaşma o kadar muğlak bir dille yazılmıştı ki her iki tarafın altına imza attığı metni yorumlama biçimi bir hayli farklı. Tabii aynı metne mesela Türkiye’nin yorumu da SDG’den hayli farklı.

Şam’a ve Ankara’ya göre mutabakat gereği SDG’nin askeri birliklerini dağıtması ve içlerinden isteyenlerin Suriye milli ordusuna katılması gerek. SDG içindeki ‘yabancı savaşçılar’ın da Suriye’den çıkması.

Oysa SDG aynı mutabakatı şöyle anlıyor: Tamam biz Suriye ordusuna katılalım ama SDG kimliğimizden vaz geçmeyelim.

Mutabakatın üzerinden dolu dolu 9 aydan fazla zaman geçti ve bu yorum farkı giderilmiş değil.

Ve son günlerde özellikle Ankara’da bir ‘Sabrımız taşmaya başladı’ havası seziliyor.

Geçen hafta göstere göstere iki büyük askeri konvoy Türkiye’den Suriye tarafına geçti. Bu konvoylar rutin bir nöbet değişimi için mi gitti, yoksa oradaki Türk birliklerini takviye için mi? Bu sorunun cevabını bilmiyoruz, çünkü bir açıklama yapılmadı.

Dün Dışişleri Bakanı Hakan Fidan SDG’nin durumu için eleştirilerinin dozunu yükseltti, ‘İnşallah savaş çıkmaz’ dedi; yani yeniden çatışma başlaması ihtimalini sıfır görmüyor, hatta aba altından sopa gösteriyor.

Ona benzer sözleri Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler de söylüyor, SDG’nin omurgasını oluşturan YPG’nin bir an önce silah bırakmasını istiyor.

Hakan Fidan’ın söylediği bir başka önemli şey ABD’nin SDG’ye karşı tutum değiştirdiğine dair. Bunun izlerini aslında Mazlum Abdi’nin geçen haftaki bazı açıklamalarında da gördük, o da ABD’ye ‘Bizi desteklemekten vazgeçmeyin’ diye seslenme ihtiyacı duydu.

Yakından izlemekten fayda var.