14-11-2024
İsmet Berkan

Tam ‘öldü’ derken Neo-Liberalizm Trump eliyle yeniden hortluyor mu?

Tam ‘öldü’ derken Neo-Liberalizm Trump eliyle yeniden hortluyor mu?

Donald Trump’ın siyasi ajandası, bu ajanda üzerinde hakim olan genel ideoloji Amerika’da da, dünyanın pek çok yerinde de sol ve liberal çevreler tarafından küçümsendi, küçümsenmeye devam ediyor.

Evet ama siz istediğiniz kadar küçümseyin, hatta ‘cahilce’ bulun, işte o ideoloji sekiz yıl öncesine göre çok daha derlenip toplanmış, iç tutarlığı sekiz yıl öncekiyle kıyaslanmayacak düzeye gelmiş biçimde iktidar oldu.

Peki nedir bu ideoloji?

Herhalde en büyük etki ‘libertaryanizm’den geliyor. Amerika’ya özgü bir düşünce okulu bu, Avrupa tarzı, bir ucu anarşizme kadar varan liberalizmle karıştırılmamalı.

Libertaryanizm Amerika’da liberal akım mensuplarının 1930’larda Başkan Roosevelt’in uyguladığı, kökünde İngiliz iktisatçı John Maynard Keynes’in düşünceleri olan New Deal programına destek vermesi üzerine doğan tepkiyle başladı. Aşağı yukarı o zamandan beri Amerika’da ‘liberal’ demek, bizdeki manasıyla sosyal demokrat-solcu demek. Amerika’nın o liberalleri giderek ekonomiden çok kültürel alanda daha solcu, daha ‘ilerlemeci’ oldukça onlara karşı doğan libertaryen tepki de arttı. Anladınız herhalde, libertaryen temelde sağ bir görüş.

Amerika’da libertaryen teorinin çok sayıda düşünürü var, ama herhalde en popüleri, Türkiye’de de adı çok bilinen Ayn Rand oldu. O gerçi kurduğunu söylediği düşünce akımına ‘Objektivizm’ adını veriyor, ‘Libertaryen’ adından hiç hoşlanmıyordu ama bunun çok önemi yok.

Bu düşünce akımı devlet otoritesini çok sınırlamak, mümkün olduğunca vergi vermemek, bireyselliği yüceltmek gibi görüşleri savunuyor.

Bu görüşlerin Amerika’da çok taraftarı var. Oysa Roosevelt’in New Deal programı tam da 1929 ekonomik bunalımının ortasında ortaya konan, Amerika açısından epey ‘solcu’ bir programdı. Bu program o zaman kadar oldukça küçük ve gücü de sınırlı olan Amerikan merkezi hükümetini, yani federal hükümeti çok güçlendirdi. Federal Hükümet pek çok yeni federal kurum yarattı, bu kurumlar eliyle eskiden tek tek eyaletlerin söz sahibi olduğu pek çok konuya merkezden çözümler getirdi.

Bizim Türkiye gibi tarihinde sadece birkaç kez, o da çok zayıf ademi merkeziyetçilik (yani gücün merkezde olmaması) tartışması yapabilmiş, genel olarak da son derece kuvvetli bir merkezi devlet tarafından yönetilmiş bir ülkeden bakıp Amerika’daki bu merkez-yerel gerilimini anlamamız kolay değil. Tam olarak anlayamasak da, Amerika’daki bu gerilim bizim buradaki hayatımızı da etkiliyor, unutmayın.

Roosevelt’in New Deal ile çok güçlendirdiği merkezi hükümet 1960’lı yıllarda önce John F. Kennedy ile ama aslında daha çok onun öldürülmesinden sonra yönetime gelen Başkan Johnson zamanında bir ileri hamle daha yaptı. Yeni yeni federal kurumlar eklendi merkezi hükümete.

Peki neydi bu kurumlar? New Deal 1929’da New York borsasının çökmesiyle başlayan büyük bunalımdan çıkış yoluydu. O dönemde bizdeki Sermaye Piyasası Kurumu’nun Amerikan versiyonu olan SEC başta olmak üzere gerek finans kapitali ve gerekse kapitalizmi denetim altına alacak federal kurumlar oluştu. Rekabet Kurulu bunlar arasında en güçlülerden biri. İleriki yıllarda bunlara başka kurumlar eklendi, Çevre Koruma Ajansı’ndan NASA’ya onlarca yeni kurum hayata geçti.

Amaç Amerikan kapitalizmini kurallı hale getirmekti, ama kapitalizm de buna tepki veriyor, o kuralları ‘gereksiz bürokrasi’ olarak görüyordu.

Bu kurallı kapitalist Amerika 70’li yıllarda petrol krizinin etkisiyle ciddi bir enflasyon yaşayınca tepkisi Ronald Reagan’la geldi. Tepki temelde libertaryen görüşlerden kaynaklanıyordu, gelen yeni düzenin adı ‘Neo-Liberalizm’ olarak kondu.

Neydi Neo-Liberalizm? Geçmişte konan ve kapitalizmi sınırlayan kuralların gevşetilmesiydi. Bankacılıktan finansın diğer dallarına, sanayiden elektroniğe pek çok alanda kurallar gevşedi Reagan döneminde.

Bir basit örnek vereyim: Radyo ve TV yayınlarının yapıldığı frekanslar dahil bütün elektromanyetik spektrumun Amerika’daki sahibi, devlet adına FCC adı verilen kurum. Bu kurum sahip olduğu bütün bu geniş alan içinde minicik bir dilimi 70’lerin sonunda ‘Alın burada oyun oynayın’ der gibi serbest bıraktı, ‘İsteyen bu frekans aralığında istediğini yapsın’ dedi.

O minicik frekans aralığından yüzlerce yeni teknolojik ürün çıktı, biz de bugün mesela evimizdeki WiFi modemlerde, arabamızın kapısını açıp kapatan uzaktan kumandada, sahnedeki kablosuz mikrofonda, fotoselli kapılarda, musluklarda vs bu ürünleri kullanıyoruz.

Daracık bir frekansta kuralların gevşetilmesi ciddi bir inovasyon patlamasını getirince ‘Kuralları iyice gevşetin, bakın neler çıkıyor’ denmeye başlandı ve işte bildiğimiz Neo-Liberalizm, kurallı kapitalizme karşı bir tepki olarak başladı, devletleri dünya çapında küçülmeye, mesela özelleştirmeler yapmaya, kamuya ait imtiyazları özel şirketlere vermeye vs başladı.

Neo-liberalizmin kuralsızlaştırdığı kapitalizm Amerika’da 2008 yılında duvara tosladı. Bu büyük krizden Amerika ve dünya aslında Keynes’e geri dönerek, onun 1929 bunalımı için getirdiği önerileri yeniden hayata geçirerek çıktı.

Ama çıkıştan sonra Neo-Liberalizm terk edilmedi. Aksine daha derinleşti, bu arada 2008 krizinden çıkış için yaratılan inanılmaz para bolluğu dünya çapında faizleri yüzde 0’lara kadar indirdi, bunun yarattığı balon ve büyük zenginleşme hissi başka pek çok sorunun üstüne perde örttü.

Bu sorunların başında Amerika’nın üretim ekonomisinden hızla uzaklaşmaya başlaması, bu ülkede orta sınıfın yok olma tehdidiyle yüzleşmesi geliyordu. Ama teknoloji ve bilgi ekonomisinin yarattığı zenginlik bu sorunları adeta görünmez kılmıştı.

Neo-Liberalizm ikinci kez duvara 2020’deki Covid salgınıyla çarptı. Bu salgın dünyanın her yerinde devlet denen kurumun güçlü olmasının ne kadar önemli olduğunu hatırlattı. Bu hatırlamanın Neo-Liberalizmin sonunu getirdiği konuşuldu. Amerika’da iktidara gelen Joe Biden yeniden sosyal devleti canlandırmaya çalışan politikalarla Neo-Liberalizm rüzgarını en azından sembolik olarak tersine çevirmeye çalışıyordu.

Ama şimdi anlıyoruz ki, en azından Amerikan ekonomisi için Neo-Liberalizm yeniden geri geliyor.

Donald Trump’ın bütün atamaları içinde en önemlisi, Elon Musk ile Vivek Ramaswamy’yi görevlendirdiği federal hükümetin verimliliğini araştırma ve arttırma konusu bence. Burada ikisi de teknoloji milyarderi olan ve federal düzenleme kurullarından şikayetleri bilinen Elon Musk ve Vivek Ramaswamy 1930’ların New Deal’inden başlayarak oluşmuş ve amacı kapitalizmi kurallı hale getirmek olan kurumsal yapıyı baştan sona değiştirebilir, pek çok kurumu ortadan kaldırabilir.

Hiç hayal kurmayalım, Amerika’ya Trump’la birlikte gelen şey NeoLiberalizm 2.0 versiyonu.

Bunun bütün ideolojik hazırlığı elde mevcut ve Trump’ın hızına bakacak olursanız dünya daha pek çok şeye şaşırmaya hazır olmalı.

Daha iyi bir Amerika ve dünya mı kurulacak, yoksa daha kötüsü mü olacak kestirmek zor, ama bildiğimiz tek şey şu: Artık keşfedilmemiş sulardayız ve bütün dünya kemerlerini bağlamış başına gelecekleri dikkatle izler durumda.

Vatandaşlık maaşı olsa o beş bebek yaşar mıydı?

Vatandaşlık maaşı olsa o beş bebek yaşar mıydı?

İzmir’in Selçuk ilçesinde çıkan bir yangın ve bu yangında ölen beş minik bebek herkesin yüreğini dağladı. Bugün baktım, Türk medyası ne yapılsaydı bu bebeklerin bugün yaşıyor olacağına dair yazı ve haberlerle dolu.

Baba hapiste, anne en büyüğü beş yaşında olan bebekleriyle bir başına derme çatma bir barakada hayatta kalmaya çalışıyor. Çocuklar öyle küçük ki onları yalnız bırakamaz anneleri, ama ne yapsın para da kazanmaya çalışıyor.

Öğrendik ki devlet bu aileye son bir yılda 110 bin lira para yardımı yapmış. Ayda 10 bin lira bile değil. Elbette hiç yoktan iyidir ama ayda 10 bin liranın bir anlam taşımadığı da ortada.

Elbette anne eğer çocuklarını Sevgi Evleri’ne bakılmak üzere verseydi bu yaşananlar olmazdı, ama çocuklarından ayrılmak da istememiş işte genç kadın, bu sebeple suçlayabilir misiniz onu?

Ben uzun yıllardır şunu iddia ediyorum: Başta Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı olmak üzere türlü çeşitli devlet kurumları ve belediyeler yoksulluk yardımları yapıyor.

Aslında biz bu paranın tamamını tek bir kalemde toplayıp gerçekten bu durumdaki vatandaşlarımıza bir çeşit ‘vatandaşlık maaşı’ olarak verebiliriz. Küçük bir bölümünü nakit olarak, geri kalanını ise market harcama kartıyla yapabiliriz bu maaş ödemesini. Böylece o paranın sahiden temel ihtiyaçlara harcanacağından da emin oluruz.

Acaba diyorum, böyle bir vatandaşlık maaşımız olsaydı o beş bebeği yaşatabilir miydik?