Gereksiz iyimserlikte bazı gözlemler
Yıllardır evime ve İstanbul için küçük sayılması gereken mahalleme sıkışmış yaşıyor, gerekmedikçe İstanbul’un başka yerlerine gitmemeye, gidersem de nokta atışı yapıp dönmeye çalışıyordum.
Bu yılın başından beri, yeniden ofis hayatına dönmenin de etkisiyle artık daha fazla sokaktayım, toplu taşıma da kullanıyorum, gündüz vakti kafelere vs de daha çok gidiyorum.
Söyleyeceklerim son derece subjektif, çünkü İstanbul gibi bir yerde objektif gözlem yapabilmek zaten imkansız ama başkalarının tersine ben İstanbul’da bir ‘Arap istilası’ndan çok Batılı turist görüyorum.
Hayır, Arap yarım adasından ve Körfez ülkelerinden gelenlerin sayısı az değil elbette ama bir dönem, özellikle de salgın sırasında sadece onları görüyorduk, artık öyle değil.
Hele geçen hafta İstanbul’a doluşan 60 bin İtalyan ve İngiliz futbolsever sayesinde bu Batılı turist gözlemim iyice pekişti. İstanbul’a o eskiden hatırladığımız ultra kozmopolit hayat geri geliyor.
O hayat, 2013’te Gezi olayları sonrasında ortadan kalkmaya başlamış, 2015’teki terör saldırılarının ardından ise minimum seviyesine inmişti; şimdi geri geldi.
Bir örnek vereyim: Bugün 10Haber’de de var, Ulus Parkı’nın hemen bitişiğindeki Sunset lokantası, sadece yıllanmış ve giderek daha iyi olmuş bir İstanbul klasiği değil, aynı zamanda bu şehirde üst düzey ve tüketim gücü yüksek yabancıların en çok tercih ettiği yer.
Sunset’in sahibi Barış Tansever, Şampiyonlar Ligi finali öncesi cuma ve final günü olan cumartesiyi unutamıyor. Şişesi 80 bin ile 140 bin TL arasında olan pahalı şaraplarının neredeyse tamamını satmış, ‘Keşke’ diyor, ‘Daha fazla olsaydı stokta, onları da satardım.’
Önce Gezi olayları Türkiye’nin Batıdaki görünümünü (haklı olarak) bozmuştu; ardından terör başlayınca İstanbul’da büyük bir patlama içinde olan uluslararası kongre turizmi bıçakla kesilmiş gibi durmuştu.
Şimdi yavaş yavaş kongre turizmi de başlıyor; bir kez daha onbinlerce doktor ve eşi, veya başka kalabalık grupların yeniden İstanbul’da kongreleri başlatmasına tanık olmak hiç şaşırtıcı olmaz.
Burada sanırım iki önemli faktör var:
Bunlardan birincisi, artık İstanbul’da terör olayının yaşanmıyor olması. Evet daha birkaç ay önce İstiklal Caddesi’nde bir bomba patladı ama polis bombacıyı da, arkadaki şebekenin neredeyse tamamını da 24 saat içinde çözdü.
İkinci faktör, biz beğenelim beğenmeyelim Türkiye’nin demokratik istikrarı. Seçimi Kemal Kılıçdaroğlu kazanmış olsaydı da aynı şeyden söz edecektik; Tayyip Erdoğan kazandığında da bunu söylüyorum. Türkiye iktidarın zor kullanılarak değil seçmenin verdiği oylarla belirlendiği ülkenin adı. Seçimin sonucuna ne içeriden bir itiraz yaşadık ne dışarıdan. Demokratik istikrar böyle bir şey. Bizim ülkedeki demokrasi seviyesinden memnun olmamamız bu durumu değiştirmez.
Ben mi yanılıyorum bilmiyorum ama medyanın artık neredeyse hiç izlenmeyen ağır siyasi kesimleri dışında geniş bir gevşeme, rahatlama seziyorum. Batı ülkeleri bu gevşemeyi çoktan yaptı, seçim sonucunu önce onlar kabullendi.
Türkiye’de de bakın, siyasetten başka hiçbir şey konuşulmayan TV kanallarının, hatta YouTube kanallarının bile izlenme sayıları yerlerde sürünmeye başladı. Benzer bir durum, çok uzun zamandır ‘savaş şartlarında’ yaşayan ve siyasetin dışında hiçbir şeyi gözü görmeyen ister hükümet yanlısı olsun ister karşıtı internet medyası için de geçerli.
Hayat siyasetten koptu, başka bir yere, ‘normal’e yelken açtı ama içimizde bazıları 2. Dünya Savaşı’nın bittiğinden haberi olmayan Japon askerleri gibi savaşmaya devam ediyor.
Biraz gevşemek ve yumruklarımızı gevşetmek hepimize iyi gelecek.