18-10-2024
İsmet Berkan

Tayyip Erdoğan’ın hiç konuşulmasın istediği bir başka gündem: Yoksulluk

Tayyip Erdoğan’ın hiç konuşulmasın istediği bir başka gündem: Yoksulluk

Adalet ve Kalkınma Partisi 2002 yılının Kasım ayının başında yapılan genel seçimlerle tek başına iktidar oldu. Yani birkaç hafta içinde bu parti iktidarda 23 yılını tamamlamış olacak.

23 yıl neredeyse çeyrek yüzyıl demek ve çok uzun bir süre. Elbette bugünün Türkiye’siyle 23 yıl öncenin Türkiye’si birbirinden hayli farklı. Ama unutmayın, 1979 Türkiye’siyle 2002 Türkiye’si de çok farklıydı.

Ak Parti’yi ve lideri Tayyip Erdoğan’ı bunca yıl iktidarda tutan onlarca faktör var. Seçmen çoğunluğu en son geçen yıl Tayyip Erdoğan’ı rakibine göre Türkiye’yi yönetmeye daha layık buldu, ama partisine aynı cömertliği yapmadı, onun oylarını 2002’deki seviyesine geri döndürdü. Oysa bu parti aradan geçen zamanda iki kez yüzde 50 oy alma sınırına gelmiş, uzun süre bu oy oranında kalmayı başarmıştı.

2013’ten beri yeniden fakirleşiyoruz

Ak Parti’ye ve lideri Tayyip Erdoğan’a bu tarihi başarıları getiren onlarca faktör arasında biri çok önemli: Erdoğan ve Ak Parti özellikle iktidarlarının ilk 7-8 yılında çok ciddi bir refah artışı sağladı Türkiye’ye.

Bu refah artışı doruk noktasına 2013 yılında çıktı; o yıldan sonra son 11 yıldır ise Türkiye aslında fakirleşiyor. Bu fakirleşmenin hızının düşüklüğü Erdoğan ve Ak Parti’yi geçen yıla kadar iktidarda tutmaya yetti, ama Erdoğan bu süreci gerçek anlamda terse çeviremezse iktidarının tehlikede olduğunu biliyor.

O yüzden, bir yandan bu yoksullaşmayı konuşulmaz ve bir anlamda görünmez kılmaya çalışıyor, bir yandan da yoksullaşmaya neden olan hatalarının bir bölümünden (tamamından değil) kurtulmaya ve halkın refahını yeniden arttırmaya çalışıyor.

Başarır veya başaramaz, o bu yazının konusu değil. Yazının konusu Türkiye’nin yaşadığı yoksullaşma.

2011’de Ak Parti neyle övünüyordu?

Ama tersten başlayacağım yazıya: Erdoğan ve arkadaşlarının Türkiye’de yoksulluğu neredeyse yok etmelerinden.

Dünyada yoksulluğu tanımlamak için kullanılan çeşitli ölçütler var. Bu ölçütlerden biri ‘mutlak yoksulluk’ denen ölçüt.

Türkiye’de 2002 yılında nüfusumuzun üçte biri satın alma gücü paritesine (SGP) göre hesaplandığında günde 4 dolar 30 cent’in altında gelirle yaşıyormuş. Bu üçte birin (nüfusun yüzde 33,5’i, yani o günkü nüfus içinde neredeyse 22 milyon kişi) küçük bir bölümü Dünya Bankası’nın bazı Afrika ülkeleri için söylediği gibi günde 1 doların altında gelirle yaşayanlar sınıfındaymış, yani nüfusun yüzde 0,20’si. Nüfusun yüzde 3,04’ü ise günde 2 dolar 15 centle yaşıyormuş. Esas büyük grup yüzde 30,30 ile günde 4,3 dolardan az para kazananlardan oluşuyormuş.

Ak Parti iktidardaki yedinci yılını tamamlayıp 2009 yılına geldiğimizde ülkemizde günde 1 dolarla geçinmek zorunda kalan kimse kalmamış. Günde 2,15 dolarla geçinenlerin oranı yüzde 0,22’ye, günde 4,3 dolarla geçinmek zorunda kalanların oranı ise yüzde 4,35’e düşmüş.

Yani toplumun en dibinde, en düşük gelirle yaşayanları arasında çok ciddi azalma olmuş.

Ama tabii bu demek değil ki toplum hep birlikte zengin olmuş. Sadece mutlak yoksulluk ortadan kalkmış.

O yüzden o zamandan beri ülkemizde artık mutlak yoksulluktan değil, göreli yoksulluktan söz ediyoruz.

Nüfusumuzun yarısı geçen yıl 64 bin liradan az kazandı

Peki ne demek göreli yoksulluk? 

Ülkede kişi başına yılda elde edilen ortalama gelir en yüksekten en düşüğe doğru sıralanıyor ve tam ortada yer alan kişinin geliri ‘medyan gelir’ olarak kabul ediliyor. TÜİK’in son açıklamasına bakacak olursak 2023 yılında ülkemizde medyan gelir yılda 64 bin 218 liraydı. (SGP’yle değil de ortalama cari dolar kuruyla yılda 2,670 dolar, ayda 22 dolar, günde 7,4 dolar yani.)

Göreli yoksulluk işte bu medyan gelirin (günde 7,4 doların) çeşitli yüzdeleriyle hesaplanıyor. Bir hesaba göre medyan gelirin yüzde 40’ından az gelir elde edenler yoksul kabul ediliyor. 

Bu hesapla baktığımızda yılda 1,068, ayda 89 ve günde 2,96 dolar gelirle ayakta kalmaya çalışan 5 milyon 857 bin kişi var ülkemizde.

Nüfusumuzun yüzde 28,5’u günde 5,2 dolardan az kazanıyor

Medyan gelirin yüzde 50’siyle hesapladığınızda yılda 1,335, ayda 111,2 ve günde 3,7 dolar ve altında gelirle hayatta kalmaya çalışanların sayısı 11 milyon 303 bine yükseliyor.

Medyan gelirin yüzde 60’ıyla baktığınızda yılda 1,602, ayda 133,5 ve günde 4,45 dolar ve altında gelirle yaşamak zorunda olanların sayısı 17 milyon 873’e yükseliyor (Ki 17,8 milyon kişi nüfusumuzun yüzde 21,3’ü ediyor).

Medyan gelirin yüzde 70’i de bir yoksulluk ölçütü. Böyle hesapladığınızda (ki TÜİK bunu da hesaplıyor) yılda 1,869 dolar, ayda 155,7 dolar ve günde de 5,2 dolar ve altında gelirle yaşamak zorunda olan 24 milyon 365 kişi var. Bu sayı nüfusumuzun yüzde 29’una denk geliyor. Yani ülkemizde yoksulların oranı bundan 23 yıl önceyi yeniden yakalamak üzere.

Gerçi TÜİK medyan gelirin yüzde 50’sinden yüksek gelire sahip olanları yoksul kabul etmiyor, ama işte görüyorsunuz, medyan gelirin yüzde 70’ini elde edenler de aslında ‘varsıl’ falan değil.

Günde en çok 182 lira kazananlar Kent Lokantaları’nda kuyrukta

Günde 5,2 dolar bugünkü kurla bakacak olursanız 182 lira ediyor. Sadece 60 liraya dört kap sıcak yemek veren Kent Lokantaları’nın kapısındaki kuyruğa kimse şaşırmamalı. Çünkü ülkemizde üç kişiden birinin geliri günde 200 lira bile değil.

Bu söylediğimi, yani ülkemizdeki yoksulluk artışını doğrulayan çok daha vahim bir rakam da var.

2011 yılında Ak Parti’nin siyasi başarısının sırrının yoksulluğu azaltmakta olduğuna dair, o zamanlar yazarı olduğum Hürriyet gazetesinde bir yazı yazmıştım. Bu yazım üzerine Cumhuriyet Halk Partisi’nin o dönemdeki en önemli ekonomi kurmayı olan eski Hazine Müsteşarı Faik Öztrak beni aramış, çeşitli itirazlarını dile getirmiş, göreli yoksulluktan söz ederek aslında yoksulluğun azalmadığını söylemişti. Ben de Öztrak’ın yolladığı bilgi notunu ve görüşlerini köşemde tam metin yayınlamıştım.

Milli gelirin yüzde 8,4’ünü sosyal yardıma ayırıyoruz

Öztrak’ın yolladığı tablolardan biri TÜİK’in bugün de düzenli olarak yayınladığı sosyal yardımlarla ilgili tabloydu ve Türkiye 2009 yılında buna göre milli gelirinin yüzde 1,49’unu sosyal yardım olarak dağıtıyordu.

Yoksulluk azaldıkça devletin ayni ve nakdi olarak verdiği sosyal yardımların da azalmasını beklersiniz, değil mi? Hayır öyle olmamış. Türkiye 2020 yılında milli gelirinin yüzde 13’ünü, 2021’de yüzde 10,8’ini ve 2022’de de milli gelirinin yüzde 8,4’ünü sosyal yardım olarak harcamış.

Böyle soğuk soğuk yazdığıma bakmayın, bunlar dehşet verici rakamlar. Ama öte yandan, az önce anlattım, günde 200 liradan az gelirle yaşamak zorunda olanların devletin bu doğrudan ve dolaylı yardımları olmadan hayatta kalmasının başka yolu yok.

Türk vatandaşlarını kamyon kasalarında gizlenerek, şişme botlarda okyanus sularında boğuşarak, Meksika-ABD sınırında ölümü göze alıp yürüyerek başka ülkelere mülteci olmaya iten de işte bu yaygın yoksulluk.

Durup durup laikliği boşuna gıdıklamıyor

Bu yoksulluğu bitirmenin bir tek yolu var, ülkemizde gelir seviyesini arttırırken gelir dağılımını da düzeltmek. Bu da öyle bir yılda iki yılda olacak şey değil; uzun erimli ve istikrarlı bir ekonomik kalkınma gerektiriyor.

İşte Tayyip Erdoğan’ın hiç konuşulmasın, hiç duyulmasın ve yok kabul edilsin istediği temel gündem maddemiz aslında bu yaygın yoksulluk hali.

Tayyip Erdoğan’ın yok laiklik ilkesini gıdıklayarak, yok İsrail’in Türkiye’ye saldıracağından söz ederek, yok başka kültür savaşı unsurlarını ve fay hatlarını canı istediği zaman harekete geçirerek yapmaya çalıştığı şey bu.

İstiyor ki yoksullara yoksullukları hatırlatılmasın, daha iyi bir Türkiye’nin aslında mümkün olduğuna dair ümit verilemesin.

Gazze için bir ümit ışığı: Uluslararası toplum bu fırsatı iyi kullanmalı

Gazze için bir ümit ışığı: Uluslararası toplum bu fırsatı iyi kullanmalı

Hamas lideri İsmail Haniye’nin Tahran’da öldürülmesine de üzülmemiş, yas tutmamıştım, şimdi örgütün son lideri Yahya Sinvar’ın öldürülmesine de üzülmedim, yas da tutmayacağım.

Bana göre Yahya Sinvar veya İsmail Haniye ile Binyamin Netanyahu arasında en küçük bir fark bile yok. Netanyahu nasıl siyasi çıkarı için insan kanıyla, insan hayatıyla siyaset yapıyorsa, Haniye ve Sinvar da öyleydi. Gazze’de ölen 40 bini aşkın insandan da, yaşanan derin yıkımdan da Netanyahu kadar Sinvar da sorumluydu ve eminim ölmeden önceki son günlerine kadar da aslında zafer kazandıklarını düşünüyorlardı.

Bu kadar insan öldükten ya da acı çektikten sonra sahiden zafer kazansanız neye yarar? Kaldı ki, işte görüyorsunuz ortada zafer falan yok, sadece kan, acı ve gözyaşı var.

İsrail Başbakanı Netanyahu da zafer kazandığını düşünüyor, hatta bunu ilan da etti ama onun da elde ettiği zafer falan yok ortada.

Unutmamak gerek: Zafer savaşla değil barışla kazanılan bir şey.

İsrail bu bölgede barış içinde ve huzurla yaşayana kadar zafer falan elde edemeyecek bu ülke. Filistinliler kendi topraklarında barış ve huzur içinde yaşayıp refaha ulaşana kadar da o zafer gelmeyecek.

Ama yine de mevcut konjonktür gerek İsrail’e, gerekse Filistin’e bu nihai zafer için bir şans yaratıyor. Bunu da Yahya Sinvar’ın öldürülmesine borçlu iki taraf.

Eğer şimdi ABD başta uluslararası toplum İsrail’in üzerinde sahiden etkisini kullanıp bu ülkeyi önce ateşkese, ardından da ABD Dışişleri Bakanı Anthony Blinken’in hazırladığı ve Türkiye dahil bütün bölge ülkelerinden onay alan barış planına ikna ederse gerçek ve kalıcı barış için adım atılabilir.

İki devletli çözüm ve iki devletin birden refahı aramasının kapısı aralanmış durumda. Umarım uluslararası toplum bu fırsatı kullanır, umarım Türkiye artık tamamen dışında kaldığı barış ve Filistin’i yeniden inşa etme çabalarında ön planda roller üstlenmeye başlayacak aklı gösterir.