17-11-2024
İsmet Berkan

Yapay zekadan korkularınızı bir daha gözden geçirin: Moravec’in paradoksunu biliyor musunuz?

Yapay zekadan korkularınızı bir daha gözden geçirin: Moravec’in paradoksunu biliyor musunuz?

Bilim ve teknoloji konularına bir ölçüde meraklı olduğum bilindiği için son iki yıldır hangi sohbet ortamında bulunsam, bir süre sonra bana yapay zeka hakkında ne düşündüğüm ve yapay zekanın insanlığın sonunu getirip getirmeyeceği soruluyor.

Baştan söyleyeyim: Benim şimdilik böyle bir korkum yok. İnsandan her bakımdan üstün bir yapay zekanın henüz ufukta olmadığını düşünüyorum. O ufka girildiğinde de insanın o yapay zekayı kontrol altında tutacak kadar akıllı davranacağını varsayıyorum.

Bu yaygın yapay zeka korkularının temelinde, kendileri bizzat oturup yapay zeka algoritmaları yazan, çeşitli yapay zekaları hayata geçiren yazılımcıların yarattıkları yapay zekanın akıl yürütme biçimini tam olarak bilememesi ve bunu da açık açık söylemeleri yatıyor.

Yani, yazılımcısı milyonlarca satır kodun hiçbir yerine yapay zekaya gerekirse yalan söyleyebileceğine, hayal dünyasına dalabileceğine veya manipülasyona başvurabileceğine dair bir komut yazmamış olmasına rağmen bazı yapay zekaların bu tuhaf yollara başvurduğuna hepimiz tanık olduk. 

Bunun nedenini izah edememek korkularımızın temelinde yer alıyor: Yarın dünyayı ele geçirmek isterlerse de engelleyemeyiz, çünkü bu isteğin temelini de bilemeyeceğiz… 

Böyle düşünülüyor.

İnsanın en üstün yanı hangisi?

Yapay zekayı yaratmaya çalışırken önümüzde bir tek örnek var gerçekte: İnsanın kendisi.

Yapay zekayı insanı taklit ederek ortaya çıkarmaya çalışıyoruz; pek çok konuda büyük başarılar elde ettiğimizi ve daha da büyüklerinin arkada olduğunu görmeliyiz.

Peki ama insanı taklit ederken insanın hangi özelliklerine bakıyoruz? En çok taklit etmek istediğimiz özelliğimiz soyut düşünme ve düşünce üretme biçimimiz.

Hatırlayın, ilk yapay zeka örnekleri hep satranç oyunu üzerine çalıştı. Bu soyut düşünce üretme, soyut düşünceden hareketle strateji oluşturma oyunu insan denen canlının en üstün özelliklerinden biri kabul edilir. Hala öyledir, satranç şampiyonlarını yere göğe koyamayız.

Ve yapay zeka birkaç on yıllık çaba sonrasında dünya satranç şampiyonlarını madara edecek düzeyde kolay yenmeye başladı. Artık satranç insanın değil makinanın oyunu.

Peki ama satranç oynamak, soyut düşünebilmek sahiden insanın en üstün özelliği mi?

Hayır, değil. Soyut düşünebilmek küçümsenmemesi gereken çok önemli bir beceri ama insan beyninin en üstün özelliği değil.

Bardağı tutabiliyor musunuz, çiviyi çakabiliyor musunuz?

Doğadaki milyarlarca canlı içinde en zor yetişeni insan yavrusu. Kuşların yavruları yumurtadan çıktıktan birkaç hafta içinde uçmaya başlar. Balığın yavrusu çıktığı an yüzer, suyun içinde nefes alır. Atın yavrusu doğar doğmaz ayağa kalkar yürür.

Oysa insan yavrusu öyle değil. Aylarca özel bakıma muhtaçtır, zaten ilk altı ay anne sütü dışında (ve bu sütü taklit eden mamalar dışında) hiçbir şeyi sindiremez. Ayağa kalkıp yürümesi bir yılı bulur. İlk anlamlı sesleri çıkartması yine bir yılı bulur.

Bir bardağı elinde tutabilmesi, çatalla yemek yiyebilir hale gelmesi, karşısındaki yüzleri tanıması, dostu düşmanı ayırt etmesi yine aylarını, hatta yıllarını alır.

Bunların bazılarını biz bebeklik çağında öğrendiğimiz için küçümsüyoruz, ama insanı insan yapan ve ona göreli üstünlüğünü veren bilişsel becerilerin ezici bir çoğunluğunu işte bu ‘küçük’ şeyler oluşturuyor.

Ve en önemlisi ne biliyor musunuz? Bizim bu uzun süren bebekliğimiz kaçınılmaz olarak sosyal bir ortamda gerçekleşiyor ve hiç farkında olmadan sahip olduğumuz en önemli becerimiz de bu sayede oluşuyor: İnsan, sosyal bir varlık.

Caddede karşıdan karşıya geçmek

İnsan becerileriyle ilgili benim en bayıldığım örnek özellik hızla akan trafikte caddeden karşıya geçme becerimiz.

Yolun kenarındasınız, gelmekte olan araçların hızını tahmin ediyor, sonra kendi hızınızı tahmin ediyorsunuz, bir plan yapıyorsunuz ve bulduğunuz bir boşlukta karşıya geçiyorsunuz.

Hiç farkında değilsiniz ama o sırada beyniniz kurallarını yüz yıllar önce Sir Isaac Newton’un geliştirdiği ‘kalkülüs’ü kullanıyor. Siz belki matematiğin bu özel alanıyla ilgili henüz hiç bilgi almadınız ama beyniniz o matematiği ‘biliyor’, ona dayanarak hesap yapıyor ve o sayede karşıya geçiyorsunuz.

Kim öğretti kalkülüsü beyninize? Hiç kimse. Gündelik hayatta elde ettiğiniz onca deneyimden sonra siz kendi kendinize oluşturdunuz.

Eminim Newton da aslında böyle edinmişti kalkülüs bilgisini. Sonra zaten beyninde olan bu bilgiyi matematiğin diline tercüme etmesi, onunla gezegenlerinki dahil bütün hareket yasalarını ortaya koyması onlarca yılını aldı. Bugün hala insanlığın en önemli soyut düşünme zirvelerinden biri oldu Newton’un kalkülüsü icat etmesi.

Bunu şairler için söylerler, ‘Şiir orada (beyinde) bir yerde, şair onu oradan bulup çıkaran insan’ derler. Aynı şeyi Newton başta matematikçiler için de söylemek mümkün, kalkülüs orada bir yerdeydi, o bulup çıkardı.

Futbol topuna vuramamak

Ben çocukken annem de babam da çalışıyordu. O yüzden beni daha 5,5 yaşındayken mahallemizdeki okula yazdırdılar.

Bunun avantajı da oldu dezavantajı da. Okula başladığımda bende yaşça büyük sınıf arkadaşlarımın tersine okumayı biliyordum ama kalemle yazmayı beceremiyordum. Çünkü bugün adına ‘motor beceriler’ denen becerilerim gelişmemişti, kalem tutamıyordum.

Benim açımdan kalem tutamamaktan daha vahimi top oynayamamak, ip atlayamamak, yakartoptan kaçamamaktı. Aynı sebeple: Motor becerilerim henüz sınıf arkadaşlarımın çok gerisindeydi.

Oysa o çağda bırakın bir yaş farkı, altı aylık farklar bile çok önemli.

Lise yıllarına gelene kadar bütün oyunlardan dışlanan, çünkü oyunları beceremeyen bir çocuk oldum. Futbol maçlarında iyimser ihtimalle kaleci yaparlardı beni. O zamanlar mahallede hiç rekabeti olmayan bir oyunda, basketbolda kendimi ancak lisede bulabildim, iyi bir oyuncu tabii ki değildim.

Bugün hala ip atlamayı da, futbol oynamayı da beceremem. Zaten uzun zamandan beri denemiyorum bile.

Yapay zeka bilgisayarla birlikte doğdu

İngiliz matematikçi Alan Turing 2. Dünya Savaşı sırasında Alman donanmasının ‘Enigma’ adı verilen şifrelerini çözmeye çalışırken her gün zamana karşı yarışıyordu.

Alman donanması her sabah Atlantik’teki denizaltıları için belirli bir saatte hava durumu raporu yolluyordu. Bu şifreli mesaj telsizler tarafından yakalanıyordu, ama şifreyi çözmek lazımdı ve verilen mesajın içeriği tahmin edildiği için çözüm yolunda elde ciddi bir ipucu vardı.

Zamana karşı yapılan bu yarışta çok hızlı hesaplama yapmak, olası harf dizilimlerine bakıp mesajdaki ‘örüntü’yü anlamak gerekiyordu. Bu ihtiyaç Alan Turing’e tarihin işleyen ilk bilgisayarını icat ettirdi; tabii bilgisayar için bir de matematik teoremine ihtiyaç vardı, Turing bunu da yaptı.

Alan Turing yaptığı şeyin basit bir hesap makinesi değil ‘düşünen bir makine’ olma potansiyelini içinde taşıdığını daha ilk gün gördü. Dolayısıyla tarihin ilk yapay zeka teorisini de o yaptı; hatta onunla yetinmedi, günün birinde bir ‘düşünen makine’ ile gerçek insanı ayırt edecek meşhur ‘Turing Testi’ni de tasarladı (Ünlü The Imitatiton Game – Taklit Oyunu filmi bu öyküyü kısmen anlatır).

Yani bugün adına yapay zeka dediğimiz şey aslında bilgisayar fikriyle aynı anda doğdu.

Birinci nesil yapay zekacılar

Yapay zeka araştırmaları 1950’li ve 60’lı yıllarda muazzam hızlandı. Bu hızlanmada ABD’nin Boston kentindeki ünlü Massachussets Institute of Technology (MIT) üniversitesinde bir araya gelen birkaç kişinin büyük rolü vardı. Bunların başında da Marvin Minsky geliyordu.

Araştırmalarına insan beyninden başladılar. İnsanı insan yapan başlıca organ beynimiz ve biz bugün hala beynimizin sırlarını çözmekten çok uzağız. Minsky beynin herhangi bir konuda karar verme algoritmalarını oluşturmaya çalıştı (Meraklısına Minsky’nin teorisini anlattığı Society of Mind adlı kitabını tavsiye ederim).

Çalışmalar görece ‘basit’ kabul edilen konulardan başladı. Örneğin, masada bir bardak su duruyor, elinizi uzatıp onu alıyor ve ağzınıza götürüp suyu içiyorsunuz. Hemen hiç düşünmeden yaptığımız bu hareket ‘basit’ kabul ediliyor ama araştırınca anladılar ki hiç de basit değil.

Gözlerimiz bardağın uzaklığını tahmin ediyor, kolumuzu ona göre açıyor, yine gözlerimiz sayesinde bardağın ağırlığını ve camının kalınlığını tahmin ediyoruz, bardağı tutmak için parmaklarımıza gereken miktarda güç uyguluyoruz. Bardağı kaldırıyoruz, ağzımıza yaklaştırıyoruz ama en yakına geldiğinde yavaşlıyoruz, çünkü sert bardağın yüzümüze veya dişlerimize çarpmasını istemiyoruz. Sonra yine uygun kuvvet uygulayıp bardağı eğik hale getiriyor ve suyun ağzımızdan içeri akmasını sağlıyoruz, giderek eğimi arttırıyoruz, hatta sonunda bardağı kafamıza dikiyoruz.

Bütün bu söylediklerimi bir bilgisayara hesaplatmaya kalkın, bakın başınıza neler gelecek, o hesaplatmayı kaç yılda başaracaksınız.

Kameranın bardağı tanımasını sağlamak için ayrı, aradaki mesafeyi hesaplamak için ayrı, mekanik kolun bardağa uzanması için ayrı, kolun ucundaki parmakların uygun kuvvet uygulayıp bardağı kaldırıp ağza yaklaştırması için ayrı, ansızın yavaşlatmak için ayrı, bardağı uygun açıda bükmek ve sonra açıyı arttırmak için ayrı ayrı yapay zekalara ihtiyacınız var. Sadece bu da değil. Bütün bu yapay zekaların çalışacağı muazzam bir bilgisayar gücüne de ihtiyacınız var.

Birinci nesil yapay zeka araştırmacılarının karşılaştığı en büyük sorun buydu işte: Görece basit sayılan işler bile aslında son derece karmaşık ve zordu.

Moravec’in paradoksu

1980’lere gelindiğinde ortaya bizim geleneksel anlayışımıza hiç uymayan paradoksal bir durum çıktı: İnsan zihninin ‘yüksek işlevleri’ kabul edilen soyut düşünme yeteneği ve buna bağlı akıl yürütmeler aslında son derece düşük bir bilgisayar gücü gerektiriyordu; buna karşılık işte uzanıp bardağı almak, futbol topuna vurup onu istediğimiz yere göndermek gibi sıradan ve ‘basit’ kabul edilen beceriler ise muazzam bilgisayar güçleri gerektiriyordu.

Üç önemli araştırmacı, Hans Moravec, Rodney Brooks, ve Marvin Minsky bugün adına ‘Moravec Paradoksu’ dediğimiz müthiş paradoksu ortaya çıkardı. 

Bir yapay zekaya bu yıl Nobel’i de alan doğadaki olası bütün protein katlanmalarının listesini çıkarttırmak o yapay zekaya karşısındakiyle el sıkışmayı öğretip onu uygulatmaktan kat be kat daha kolaydı.

Bir yaşındaki bir insan yavrusunun becerebildiklerini, mesela yüzleri ve sesleri tanımak, çatalla yemek yemek, karşısındaki taklit edebilmek gibi şeyleri bir yapay zekaya yaptırmak o yapay zekaya dünya satranç şampiyonunu yenmeyi öğretmekten kat be kat daha zordu.

Beynimizin yüzde 90’ı aslında neyle meşgul

Yazının tam burasında kısa bir mola için ayağa kalktım, birkaç adımda balkon kapısına ulaştım, açıp dışarı çıktım, elim cebime gitti, sigara paketini ve çakmağı çıkardım, sigaramı yaktım.

Bütün bunları yaparken bilincim yazının devamında gelecek cümleleri düşünmekle meşguldü, sigara paketine bakmadım bile, kapağını açıp içinden bir sigarayı parmaklarımla yoklayarak çıkardım. Yani bilincim bir şeyle meşgulken, en azından bana öyle gelirken, az önce ‘çok muazzam hesaplama gücü gerektiriyor’ diye anlattığım işlerden birkaçını aynı anda yapıyordum.

İşte bir şeyleri bilinç düzeyinde düşünmeye bu kadar yüksek bir değer atfetmemizin, buna karşılık hiç düşünmeden yaptığımız işleri ‘basit’ saymamızın temel nedeni bu. Birinin farkındayız, diğerinin değiliz. Farkında olmadan yaptığımız şeyleri ‘basit’ ve ‘küçük işler’ olarak görüyoruz.

Oysa bu da doğru değil. Nörobilimcilere göre insan beyninin düşünsel işlevlerinin  yüzde 90’dan fazlasını bu ‘düşünmeden yaptığımız işler’ oluşturuyor. Aynı anda kalbimiz atıyor, nefes alıp veriyoruz, karnımız gurulduyor, cildimiz başta duyu organlarımız dışarıdan gelen ‘input’ları kesintisiz değerlendirmeye devam ediyor. 

Ama biz bunları değil de, işte şu an aklımdan geçen bir sonraki cümleye ilişkin planlama yeteneğini daha önemli sayıyoruz.

İnsan evriminin sonuçları

Bizim beynimizin bir grup fonksiyonunu önemli, başka bir grup fonksiyonunu önemsiz saymamızın nedenlerini bir kenara bırakalım. Peki ama neden beynimizin asıl ağırlıklı görevi (yüzde 90’dan fazlası) bu bizim zaten çantada keklik dediğimiz şeylerden oluşuyor? Sakın onlar hiç de sandığımız gibi ‘basit’ şeyler olmasın?

Moravec Paradoksuna adını veren Hans Moravec’in bu konuda oldukça iyimser bir teorisi var. ‘Motor beceriler’ de dediğimiz işte o düşünmeden yaptığımız becerilerimiz insanın milyonlarca yıllık evrim süreci içinde gelişmiş şeyler.

Buna karşılık insanın bilişsel becerileri, bugün ‘beynin yüksek fonksiyonları’ diye adlandırmaktan hoşlandığımız soyut düşünme kabiliyeti, planlama yapma ve strateji kurma becerisi vs. insanın bu dünyadaki son 100 bin yılında ortaya çıkmış olan bir şey.

Yani Moravec’e göre insan evrimleşmesinin daha gideceği çok mesafe var ve bu mesafe de hep ‘yüksek bilişsel kapasite’ alanında olacak. İlave motor beceri ihtiyacımız daha az, hatta makinelerimiz sayesinde giderek azalmaya devam ediyor.

Tenis şampiyonuna saygı duymak

Ama yine de, bilinç düzeyinde olan şeyleri yüceltip o düzeye hiç gelmeyen şeyleri küçümsemekten de acilen vazgeçmek lazım.

Bakın, benim bayıldığım nörobilimcilerden biri olan David Eagleman’in verdiği bir örnek var:

Üst düzey bir tenis oyuncusu, diyelim Novak Djokoviç, kendisine doğru saatte 120 km hızla gelen minik tenis topunu karşılarken bilinciyle düşünmez, onun yerine çok daha hızlı hareket eden bilinçaltı devreye girer, topu olabilecek en avantajlı biçimde karşı sahaya aktarır. Çünkü düşünmeye kalksa zamanı yetmez.

Bilgisayar terimleriyle konuşacak olursak bilinç düzeyinde çalıştığında beynimiz çok ama çok yavaş kalıyor, çünkü belli ki işlem gücü orada gereken hızı ve kısa zaman içinde karar oluşturmayı sağlayamıyor.

O yüzden Djokoviç çocuk yaşlarından itibaren bir çeşit ‘makine öğrenmesi’ yapıyor; karşıdan gelen o topu milyonlarca kez karşılayarak öğreniyor ve sonunda üst bilincine hiç başvurması gerekmeden, arka planda çalışan çok daha hızlı makine sayesinde şampiyon oluyor.

O makineyi sırf arka planda olduğu için küçümsemekten vazgeçmek lazım.

Yapay zekanın geleceği

İşte, Terminator vs filmlerde gördüğümüz türden insanlığa tehdit oluşturabilecek bir yapay zekadan henüz çok uzak olmamızın sebebi de burada gizli.

Düşünün, insan beynin kapasitesinin yüzde 10’undan azını ayırdığı o ‘yüksek bilişsel beceri’ alanlarında bile bilgisayarlarımız aslında henüz yeterli değil. O yüksek hız gerektiren bilgisayarların ana malzemelerinden birini yapan sadece bir tek şirket var, Nvidia adlı bu şirket de aslında bize ancak sınırlı bir işlem gücü sağlıyor.

Oysa insanı tamamen taklit edebilmek için şu an mevcut bilgisayar gücümüzün 10 katından fazlasına ihtiyacımız var. İki yaşında bir çocuğun zahmetsizce becerebildiği şeyleri ancak o zaman makinelerimize de yaptırabileceğiz.

Erkenden korkmayın boşuna.

İnsan dehasının üst sınırlarından biri…

İnsan dehasının üst sınırlarından biri…

Haberi iki gün önce 10Haber’de de çıktı, Çinli bilim insanları ‘kuantum süper pozisyonu’ adı verilen bir durumu 23 dakikadan uzun süre istikrarlı tutmayı başarmış. Bu haber o kadar ilgi çekti ki, günlerdir 10Haber’in en çok okunan haberlerinden biri olmaya devam ediyor.

Hatırlayanlar çolacaktır, burada yedi hafta boyunca kuantum mekaniği hakkında yazılar yazdım ve bu tuhaflıklar dizisini anlatmaya çalıştım.

Bu tuhaflıkların başında elbette kuantum süper pozisyonu geliyordu. Kabaca hatırlayalım: Erwin Schrödinger’in kuantum alan fonksiyonu denklemi elektronlar, fotonlar gibi kuantum seviyesindeki parçacıkların her an nerede olduğunu tahmin etmemize yardımcı olur.

Ama tabii adı üzerinde bu bir tahmin. Parçacığın nerede olduğunu hiçbir zaman tam olarak bilemeyiz, ancak gözlem yaparsak parçacığı görebiliriz.

Ve gördüğümüz anda da Schrödinger’in denkleminin tahminleri anlamını yitirir, fizikçilerin deyimiyle denklem ‘çöker’ ve ortaya bir gerçeklik çıkar.

Peki bakmadan önce, yani denklem bu parçacıkların yerini ancak tahmini olarak (bir olasılık dizisi olarak) verdiği sırada ne olur?

Meşhur Schrödinger’in Kedisi düşünce deneyindeki tuhaf durumu ‘gerçek’ kabul etmemiz gerekir: Yani kedi aynı anda hem ölüdür, hem canlı.

İşte buna ‘kuantum süper pozisyonu’ deniyor, iki hatta daha fazla gerçeğin aynı anda ‘gerçek’ kabul edilmesi haline.

Peki bu kuantum süper pozisyonu soyut seviyede bir şey midir? Hem evet hem hayır.

İşte insan dehasının sınırı burada başlıyor: Eğer kuantum süper pozisyonu hayali, soyut bir şey değil de kendi başına bir ‘gerçek’se, en azından öyle olduğu varsayılırsa ortaya yeni yeni teknolojiler çıkıyor.

Bu teknolojilerin başında kuantum bilgisayarı geliyor, onu kuantum şifreleme ve kuantum haberleşme teknolojileri izliyor.

Dediğim gibi tamamen soyut, doğada gerçek anlamda bir karşılığı olup olmadığını bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz bir ‘düşünce’yi alıp teknolojiye, insanlık için işe yarar bir şeye çevirmek deha değilse nedir?