18-06-2023
İsmet Berkan

Süper zenginler kafayı uzun yaşamaya fena halde taktı, 3 milyar doları bastırdı ama henüz sonuç yok

Süper zenginler kafayı uzun yaşamaya fena halde taktı, 3 milyar doları bastırdı ama henüz sonuç yok

‘Her canlı ölümü tadacaktır.’

Bu cümle, sadece Kuranı Kerimde yazdığı için değil, ‘hayat’ dediğimiz şeyin en basit ve temel gerçeğini dile getirdiği için de tartışmasız biçimde doğru.

Doğru olmasına doğru ama insanlık, belki en başından beri ölümsüzlüğü arıyor işte. Bakın, tarihteki ilk büyük uygarlık olan Sümerler, bunu ünlü Gılgamış destanına yazmışlar, bütün destan bu ölümsüzlük iksiri etrafında şekillenir.

Nitekim Arapçaya geçmiş olan ‘iksir’ kelimesinin aslında yegane anlamı ‘sonsuz hayat sunan gizemli içecek’ olmak, neredeyse bütün Batı dillerine de ‘Elixir’ olarak transfer olmuş. Bu iksir, insanlığın ortak hayali.

Bugünlerde ‘iksir’i arama bayrağı, Amerikalı teknoloji milyarderlerinde. Çünkü, hepimiz gibi onlar da ölümsüz olmak, en azından çok ama çok uzun bir hayat yaşamak istiyorlar ve buna bilim aracılığıyla ulaşacaklarını düşünüp ceplerindeki paranın önemli bir bölümünü bu işe yatırıyorlar.

Aralarında Amazon’un sahibi Jeff Bezos, teknoloji yatırımcısı milyarder Yuri Milner, Google’ın kurucularından Sergey Brin gibi insanların da olduğu bir grup yatırımcı, bugüne kadar bir biyoteknoloji şirketine yatırılan en büyük fonu bir araya getirip Altos adlı şirketi kurdular. Yatırılan para 3 milyar dolar; daha önce görülmemiş bir meblağ.

Şirketin öncülüğünü parasını Facebook ve mail.ru gibi yatırımlarla kazanan Rus kökenli milyarder Yuri Milner yaptı. Altos, daha kurulur kurulmaz son derece iddialı biçimde dört ayrı yerde laboratuvar ve araştırma merkezi kurdu. Bunlardan biri California’da San Francisco yakınlarındaki Bay Area’da, diğeri yine California’da San Diego’da, İngiltere’de Cambridge’de ve son olarak Japonya’da.

Bu dört merkez parayı döktü ve gençleşme, organları ve hücreleri yenileme gibi alanlarda çalışan çok sayıda bilim insanını işe aldı, onların araştırmalarını finanse etmeye başladı.

Juan Carlos İzpisua Belmonte’nin konferansına ilgi çok büyüktü.

Altos’a transfer olan en önemli isimlerin başında, biraz tuhaf bir İspanyol bilimci olan Juan Carlos Izpisua Belmonte geliyor. Belmonte, Altos’a gelmezden önce yine California’da Salk Institute’un başındaydı ve çok çarpıcı bir araştırmayı uzun yıllardır sürdürüyordu. Belmonte, bazı hayvanların vücudunda insan organları geliştirmeye çalışıyordu ve kısmen başarılı da olmuştu. Tamamen başarılı olabilse, bazı hayvanları insanlar için ‘yedek organ deposu’ olarak kullanacaktık. Çalışmalar devam ediyor.

Bir başka önemli isim, California Üniversitesi’nin Los Angeles kampüsünden (UCLA) Steve Horvath. Almanya kökenli bu bilim insanı, hücrelerimizdeki ‘biyolojik saat’i keşfetmişti. Yani, hücrelerimize bakıp bizim gerçek biyolojik yaşımızı hesaplayabiliyor. Yaşlanma ve yaşlanmayı geciktirme araştırmalarında bu buluşun ne denli önemli olduğunu anlatmaya bile gerek yok.

Ama galiba en önemli isim, 2012 yılında hücrelerimizin yeniden programlanabilir olduğunu kanıtladığı için Nobel ödülü kazanan Shinya Yamanaka.

Onun buluşu sayesinde hücreye sadece 4 protein (Buna artık Yamanaka Faktörü adı veriliyor) ekleyerek herhangi bir hücreyi yeniden kök hücreye dönüştürebiliyor insanlık.

Nitekim 2016 yılında az önce adını andığım İspanyol bilimci Belmonte, Japon bilimcinin bu formülünü bir fare üzerinde uyguladı. Uygulamanın farkı, tek bir hücreye değil bütün canlıya yapılmasıydı ve bu yolla farenin ömrünü çok uzattığını söyledi. Hatta o zaman Belmonte bu olayı ‘Uzun ömrün iksirini bulduk’ diye duyurmuştu.

Zaten şimdi Altos başta olmak üzere çok sayıda biyoteknoloji şirketi işte bu ‘yeniden programlama’ üzerinde çalışarak insan ömrünü uzatacak ‘iksir’i arıyor. Bu şirketler arasında en önde gelenler Life Biosciences, Turn Biotechnologies, AgeX Therapeutics ve Shift Bioscience. Ama henüz kimse anlamlı bir ilerleme ilan etmiş değil.

Ancak bu konuya ilgi o kadar büyük ki, daha iki gün önce, cuma günü ABD’nin Boston kentinde yapılan bir konferans, izlemek isteyenlerin yoğunluğu yüzünden epey geç başladı, hatta ayaktakilerin salondan çıkarılması için polis çağırmak gerekti.

Konferansı Altos’un ‘yeniden canlandıma’ veya ‘gençleştirme’ diyebileceğimiz araştırmalarını anlatacak olan Juan Carlos Izpisua Belmonte verdi. Boston Kongre ve Sergi Merkezi’ndeki dev salonun merdivenleri, konferansı izlemek isteyen doktora ve doktora sonrası öğrencileriyle doluydu.

Belmonte, insan ömrünü 40 yıl ve daha fazla uzatabilecekleri iddiasında; bu iddiaya ulaşmak için çalıştığını söylüyor. Elbette henüz oraya varabilmiş değil ama konferansta bazı mevzi başarılar anlatıldı. Kaldı ki zaten konferans gençleşme veya ömrü uzatma hakkında değil, kök hücreler hakkındaydı. Burada görme yetisini kaybeden bazı insanlarda yeniden retina oluşturmak gibi önemli bazı başarılar anlatıldı.

Tek tek bazı organları ‘gençleştirmek’ veya fonksiyonunu kaybeden organlara yeniden fonksiyon kazandırmak, sonunda ömrü uzatmaya giden yolu açabilir. En azından kağıt üzerinde bu böyle.

‘Hücreyi yeniden programlama’ denen şey de, daha çok hücre içinde hangi genlerin ‘açılacağını’ hangi genlerin ‘kapatılacağını’ belirleyen biyolojik sürecin adı olan ‘epigenom’ yoluyla yapılmak isteniyor. Belmonte konferanstaki konuşmasında ‘yeniden programladıkları’ hücrelerin nasıl strese ve yaralanmaya karşı daha dayanıklı olduklarını anlattı. Bir anlamda ‘gençleşmişti’ hücreler.

Tabii bazı araştırma biçimleri yadırgatıcı olabilir. Örneğin Belmonte ve ekibi bir grup fareye aşırı doz ağrı kesici vermiş. Normalde bu doz öldürücü. Ama bu farelerin hücreleri ‘Yamanaka faktörü’ yoluyla yeniden programlanmışmış, farelerin yarısı hayatta kalmış. Belmonte’ye göre bu başarı.

Benzer bir başka deneyde fareleri aşırı beslemişler ve obez yapmak istemişler. Ama hücreleri yeniden programlanan farelerin yarısı yağ hücresi geliştirmemiş, yani obez olmamış.

Bütün bunlar ölümsüzlük iksirinin bulunduğuna dair bir kanıt mı? Hayır. Henüz bilim buna yakın bile değil.

Ama Amerikalı teknoloji milyarderleri ölümsüzlük değilse de çok uzun yaşamak istiyorlar, paralarını bu araştırmalara dökmeye devam ediyorlar.

Belki de evrenin ilk yıldızlarını gördük

Belki de evrenin ilk yıldızlarını gördük

Çok sayıda delille de desteklenen mevcut teorimiz, evrenimizin bundan 13,8 milyar yıl önce meydana gelen bir büyük patlama (Big Bang) sonrası ortaya çıktığını söylüyor.

Bilmemiz gereken en önemli konu şu: Bu patlama öncesinde bildiğimiz anlamda ‘uzay’ da, ‘zaman’ da yoktu; patlamayla birlikte ortaya çıktı. Zaman, klasik termo dinamik kanunlarının bize söylediği anlamda uzayın soğuma süreci.

Başlangıçta çok sıcaktı. Ama patlamayla birlikte uzay genişledikçe ısı transferi arttı, evren soğumaya başladı. Bu soğuma ilk parçacıkların ve ardından ilk atom olan hidrojenin ortaya çıkmasını sağladı. İlk atomun ortaya çıkması için büyük patlamanın üzerinden 400 bin yıl geçmesi gerekti.

Bu ilk atomlar, kütle çekimin etkisiyle bir araya toplanıp ilk yıldızları oluşturdu. Teoride bu ilk oluşan yıldızlara ‘3. Grup’ adı veriliyor. Bu yıldızlar sadece hidrojenden ve hidrojenin yıldız içinde yanmasıyla helyumdan oluşan devasa yapılar olmalı. 

Yine teoriye göre bu ilk yıldızlar birkaç milyon yıl içinde yakıtlarını tüketip süper nova olarak patlamalı ve böylece ortaya çıkan daha ağır atomları da içeren ‘2. Grup’ yıldızlar doğmalı. Sonra onlar da patlayacak ve ortaya bugün bizim Güneşimiz gibi ‘1. Grup’ olarak adlandırılan yıldızlar ortaya çıkacak.

Ne var ki bugüne kadar hiç ‘3. Grup’ adı verilen o evrenin ilk yıldızlarından gözlemleyemedik. Gözlemleyememiş olmamız da normal, çünkü geçen yıl uzaya gönderdiğimiz James Webb teleskopuna kadar gözleyecek aletten de yoksunduk.

Şimdi astro fizikçiler büyük bir heyecan içinde; çünkü uzayda çalışmaya başladığı daha ilk günden itibaren evrenle ilgili anlayışımızı kökünden sarsmaya başlayan James Webb teleskopu belki de ilk kez bir ‘3. Grup’ yıldız gözledi.

Bunun evrenimizin evrimi açısından ne kadar önemli olduğunu yazının başından beri anlatmaya çalışıyorum. Eğer bu gözlem başka bilgilerle de doğrulanırsa, belki de evrenimizin tarihini yeniden yazmaya başlayacağız.

Balinaları neden kızdırdık?

Balinaları neden kızdırdık?

Zaman zaman ‘Katil Balina’ diye de adlandırılan bir balina cinsi var, Orka. Onların da bir alt cinsi var, artık soyları neredeyse tükenme aşamasına gelmiş olan bu Orka’lar İber yarım adası civarında, Cebelitarık Boğazında ve dışındaki okyanusta yaşıyorlar daha çok.

Bu ayın başından beri Orka’ların bir araya gelip, üstelik de ortak stratejiler yapıp gemilere ve küçük teknelere saldırdıklarını görüyoruz. Portekiz’de birisi oturmuş bütün bu saldırıları harita üzerinde de işaretlemiş. Sadece bu ay 12 saldırı yaptı Orka’lar. Oysa geçmişte bazen yılda bir saldırı ya olur ya olmazdı.

Peki ama ne oldu da Orka’lar gemilere ve teknelere saldırmaya başladı? Bu çok büyük bir bilmece. Ortada bir sürü teori var ama hiçbiri soruya tam cevap veremiyor çünkü kanıt yok.

Bildiğimiz tek şey, okyanusun ev sahiplerinden biri olan, bugüne kadar öldüre öldüre hala bitiremediğimiz bu memeli canlının bir sebeple kızdığı ve deniz trafiğine saldırdığı.

Yeraltı sularını öyle bir bitirdik ki, dünyanın uzaydaki eksenini bozduk

Yeraltı sularını öyle bir bitirdik ki, dünyanın uzaydaki eksenini bozduk

Dünyamız mükemmel bir küre değil. O yüzden de ekseni düz değil, hafifçe eğik. Dünya üzerindeki kütlenin yayılımı da bu ekseni bozabiliyor. 

İşte bu etkiyi ölçmek için Texas Üniversitesinden uzmanlar oturmuş hesap yapmışlar ve yeraltı sularının miktarının dünyamızın ekseni üzerinde çok belirleyici olabildiğini bulmuşlar. 

1993 yılından 2010 yılına kadar yeraltı sularının miktarındaki değişime bakmışlar ve dünyamızın ekseninin tam 80 santim kaydığını saptamışlar. Yani insanlar yeraltı sularını öyle çok kullanmışlar ki, dünyamızın uzaydaki eğimini hafifçe değiştirmişler.

Bu çok çarpıcı bir durum; çünkü büyük ihtimal yeraltı sularına bu kadar acımasızca saldırılmasının sebebi yaşadığımız küresel iklim krizi. Ama krize çözüm için gayrı ihtiyari yaptığımız şey, iklimi daha da bozacak nitelikte. Dünyanın eğimini bozmak, bazı bölgelerin daha fazla güneş ışını almasına, dolayısıyla daha da fazla ısınmasına neden oluyor çünkü.

3 bin yıl sonra bile pırıl pırıl patlayan bir kılıç

3 bin yıl sonra bile pırıl pırıl patlayan bir kılıç

Güney Almanya’da, yani Bavyera’da bronz çağından kalma bir arkeolojik alanda yapılan bir buluş herkesi şaşırttı. Burası bir mezarlık ve bazı insanlar, herhalde savaşçı veya savaş lordu niteliğinde soylu veya kabile şefi kişiler mezarlarına silahlarıyla birlikte gömülmüşler. İşte böyle bir mezar açıldı ve 3 bin yıl öncesine tarihlenen bronzdan yapılma bir kılıç bulundu. Kılıç neredeyse parıl parıl parlayacak durumdaydı.

Gaz ocağı aleyhine aranan kanıt bulundu: Kanser yapabilir

Gaz ocağı aleyhine aranan kanıt bulundu: Kanser yapabilir

Amerika çok tuhaf bir ülke. Biz Türkiye’deki siyasi/ahlaki/kültürel kutuplaşmanın çok büyük olduğunu düşünüyoruz, Amerika dünyada bizden beter durumda olan tek ülke olabilir.

Bundan 6-7 ay önce çok tuhaf bir tartışma başladı. Beyaz Saray’a bağlı Çevre Koruma Ajansı’nın (EPA) yönetimindeki bir isim bir radyo söyleşisinde evlerdeki gaz ocaklarını yasaklamak gerektiğini söyledi. Daha sonra ortaya çıktın bu kişi bu önerisini EPA’da da dile getirmiş ama kabul görmemişti. Ama hemen ardından bu konu devasa bir sağ-sol tartışmasına dönüştü.

Cumhuriyetçi Partililer, ‘Evlerimizdeki gaz ocaklarımızdan vaz geçmeyiz’ diye kapsamlı bir kampanyaya girişti, gaz ocağını yasaklama girişimini ‘woke kültürünün en uç örneği’ olarak eleştirdi.

Oysa ortada böyle bir hazırlık yoktu ama Amerika’daki bölünme gaz ocağına kadar yansıyabiliyordu.

Nitekim ardından California’da, yani ‘woke kültürünün başkenti’nde gaz ocaklarının yerini elektrikli ocakların alması için kampanya başladı. Bazı şehir yönetimleri yeni inşaatlarda elektrikli ocağı zorunlu kıldı.

Şimdi gaz ocağı düşmanlarına gereken bilimsel çalışma da yapıldı. Buna göre gaz ocakları yandığında ortaya ‘benzen’ çıkıyor ve bu gaz da kansere yol açabiliyor.

Gaz ocakları için zaman daralıyor.