Bilimin binlerce yıldır cevabını aradığı ve hala bulamadığı soru
Bu yazıyı yazmak için oturup kafamı hafifçe sola çevirdiğimde evimizdeki Benjamin ağacını görüyorum. Yaprakları yeşilin çeşitli tonlarında.
Bilimsel olarak o rengi nasıl gördüğümü biliyorum: Güneşten gelen fotonlar yapraklara çarpıyor, bazılarını yaprak emiyor, geri kalanı ise yaprağın yüzeyinden yansırken belirli bir frekans kazanıp gözüme kadar ulaşıyor. Benim beynimdeki görsel alan da o frekansı ‘görüyor.’ Gördüğüm rengin isminin ‘yeşil’ olduğunu çocukken öğrendim.
Soru şu: O renk fiziki, yani objektif gerçeklik olarak var mı, yoksa o gerçeklik sadece benim beynimdeki bir ‘gerçeklik’ mi?
Bundan 400 yıl önce Galileo Galilei meşhur düşme deneyiyle bazı fiziki gerçeklerin matematiksel formüllerle ifade edilebileceğini gösterdiği için modern bilimin kurucusu olarak sayılır.
Onun yöntemi sayesinde doğayı kendi dışımızda bir fiziki gerçeklik olarak anlamaya başladık. Yani doğa, subjektif değil objektif bir gerçekti.
Ama aynı Galileo Galilei, bazı şeylerin, mesela koku, renk, tad gibi şeylerin objektif bir gerçek olmadığını ve olamayacağını, bunların subjektif gerçekler olarak sadece bizim bilincimizde var olduğunu söyledi.
Descartes’ın ‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ dediği
Bunca zamandan beri Galileo’yı haksız çıkartmak için araştırmalar yapılıyor ama henüz onun haksızlığı kanıtlanmış değil. Eğer o haklıysa, benim o yapraklara bakıp da gördüğüm yeşil tonunun sizinkiyle aynı olduğunu bilmenin, bundan matematiksel bir kesinlikle emin olmanın bilinen bir yolu yok.
Bu herkesin bildiği örneği verdim, çünkü bir kez daha dönüp insan zihninden, o zihnin ortaya çıkardığı ve adına ‘bilinç’ denen fenomenden söz etmek istiyorum.
Bildiğimiz kadarıyla eski Yunan filozoflarından beri ‘bilinç’in ne olduğu hakkında kafa yoruyoruz. Sadece filozoflar da değil, şairler, oyun yazarları, eline kalem alan neredeyse herkes tarih boyunca şu veya bu şekilde ‘bilinç’i anlamaya çalışmış, ona isimler, görevler, fonksiyonlar atfetmiş.
Bu isimlerden bizim bugünkü konumuz açısından en ilginci ve önemlisi Descartes.
Onun ünlü eseri Meditasyonlar, bugün pek çok kişi tarafından modern Batı felsefesinin kurucu metinleri kabul ediliyor. Bu kuruculuk da şundan kaynaklanıyor:
Descartes, ‘bilgi’yi sorguluyor ve bilgilerin doğruluğundan nasıl emin olunacağını, bugün adına ‘yapı söküm’ dediğimiz teknikle incelemeye başlıyor. En derine veya temele indiğinde de kendi aklını buluyor.
‘Doğruluğundan şüphe edemeyeceğimiz ilk bilgi, kendi varlığımızı sorgulamaktır. Yani (varlığımdan ve bildiğimden) şüphe ediyorum, o halde varım. Başka bir deyişle, düşünüyorum, o halde varım’ diyor.
Meşhur ‘Cogito ergo sum’ bu yani.
Beden-zihin veya beden-ruh ikiliği
Tamam da düşünen ne ve kim? Decartes, kendi zihnini sorgulayan ilk insan değil kuşkusuz, bu davranışı farkında olalım olmayalım hepimiz her gün yüzlerce binlerce defa yapıyoruz aslında. Descartes by sorgulamayı sistematize edip ona isim veren insan.
Bir zihnimiz (veya aklımız) var; bir de onu sorgulayan, kontrol eden ve ‘doğru’ sonuca ulaşmayı deneyen ‘bilincimiz.’ (Zihnimizi kontrol eden bir çeşit ‘üst-zihin’.)
Descartes buradan farkında olarak veya olmayarak çok eski bir fikre, bundan 2500 yıl önce Plato tarafından dile getirilmiş olan ‘Beden-Ruh ikiliği’ fikrine gider. ‘Bilinç’ aslında ‘ruhumuzdur’ Plato’ya göre. Büyük dinler de bu fikri sevmiştir, ruhun ölümsüzlüğü bütün dinlerin ayrılmaz parçasıdır. (En eski kurumsal dinlerden biri olan Yahudiliğin ilk zamanlarında bu beden-ruh ikiliği yoktu, bu fikir dine sonradan ilave edildi.)
Bugün sorsanız insanların çoğunluğu kendi bilinçlerinin aslında ‘ruhları’ olduğunu söyleyecektir. Ancak modern bilim elbette bunu sorguluyor, hatta beden-ruh ikiliği düşüncesini temelden reddediyor, bilincin bazı maddi temelleri olması gerektiğini söylüyor. Kaldı ki, bilinç gerçekten ‘ruh’sa, bunu da anlamak istiyor bilim.
Bir et parçası nasıl ‘bilinç’ ortaya çıkarıyor?
Sonuç olarak zihnimizin temelde beynimizde oluştuğunu, zihnin bir yansıması olan ‘bilinç’in de beynimizde gerçekleştiğini biliyoruz.
Peki ama nasıl oluyor da trilyonlarca hüreden oluşan bir et parçası olan beyin, bu soyut varlık olan ‘bilinç’i ortaya çıkarıyor?
Nöro bilim, felsefe ve yapay zeka araştıran bilgisayar bilimi uzun zamandan beri bu sorunun cevabının peşinde. Aslında bakacak olursanız insanlık belki 2 bin 500 yıldır bu soruya cevap arıyor. Bilinç nasıl ortaya çıkıyor?
Bu zor soruya cevap vermenin yakınında bile değiliz. Daha fenası şu: Sadece sorunun cevabının değil daha sorunun ne olduğu konusunda bile anlaşamıyoruz.
Bilincin ne olduğu konusunda bile anlaşamıyoruz
Bir yandan felsefeciler, bir yandan nöro bilimciler ve bir yandan bilgisayar bilimciler, ‘bilinç’in tam olarak ne olduğu konusunda aralarında anlaşamıyorlar. Yani elimizde ‘Bilinç şudur’ diye söyleyecek bir ortak tanımımız bile yok. (Oysa ‘Hangi renk yeşildir’ sorusuna, ünlü renk kataloğu Pantone sayesinde verdiğimiz bir ortak yanıt var hiç değilse!)
Geçen hafta yazmıştım, bu bilincin tanımı üzerinde çalışan araştırmacıların bir bölümü, bir diğer bölümünü ‘Sizin yaptığınız bilim değil’ diyerek suçlayan 124 imzalı bir mektup yayınladı.
Bir başka grup ise oturup son derece faydalı bir şey yaptı, bilincin tanımı konusunda bugüne kadar yapılan bütün teorik katkıları alıp bir bilimsel makalede özetledi. Onların bu özetini The New York Times gazetesi biraz alaycı bir başlıkla haber yaptı.
Bütün bu tartışmaların ve kavgaların önemsiz olduğunu, bilimin bilinci tanımlama ve sonra da bilincin nereden kaynaklandığını bulma konusunda başarısız kaldığını hem söyleyebiliriz hem de söylememeliyiz aslında.
Bilinçli yapay zeka olacak mı?
Bilincin ne olduğu ve nereden kaynaklandığı konusunun bu kadar alevlenmesinin tek bir sebebi var: Yapay zeka konusundaki araştırmalar.
Şu an ortaya çıkan teknoloji her ne kadar makine öğrenmesi ve nöral network gibi çok önemli aşamalar kaydetmiş olsa da, bilgisayar bilimcilere göre ‘akıllı’ değil. Bu bilimcilere göre mevcut yapay zeka, sadece tekrara ve tahmine dayalı bir dizi algoritma.
Yapay Zeka’nın ‘akıllı’ olabilmesi için bir ‘bilince’ de sahip olması gerektiğini söyleyen ve ‘Bilince sahip bir yapay zeka yaratabilir miyiz’ sorusunun peşine düşen çok sayıda bilim insanı var. Bundan da öte, bu soruya cevap arayan çok sayıda milyar dolarlık şirket de var artık.
Esasen epeydir korkusu yayılan yapay zeka da bu. Yani bilinçli, kendine ait bir kişiliği ve karakteri olan, deneyimleriyle bu kişiliğini değiştirip geliştirebilen bir makina. (Bu özellikleri kazandığında ona hala ‘makina’ diyebilir miyiz, ayrı bir tartışmanın konusu.)
Yapılabilir mi yapılamaz mı? Şimdilik daha bilince bir tanım bile bulamadığımıza göre o makina ufukta gözükmüyor ama hiç gözükmeyeceği anlamına da gelmez tabii.
(Bu arada meraklısı için bir de bu herkesin korktuğu ‘bilinçli yapay zeka’ meselesine tersten bir bakışı anlatan bir yazının linkini de buraya koyayım. Sahiden de, ya bilinçli robotlar gayet iyi kalpli ve müşvik makineler olursa? Olamazlar mı yani?)