01-10-2023
İsmet Berkan

Bilimin binlerce yıldır cevabını aradığı ve hala bulamadığı soru

Bilimin binlerce yıldır cevabını aradığı ve hala bulamadığı soru

Bu yazıyı yazmak için oturup kafamı hafifçe sola çevirdiğimde evimizdeki Benjamin ağacını görüyorum. Yaprakları yeşilin çeşitli tonlarında.

Bilimsel olarak o rengi nasıl gördüğümü biliyorum: Güneşten gelen fotonlar yapraklara çarpıyor, bazılarını yaprak emiyor, geri kalanı ise yaprağın yüzeyinden yansırken belirli bir frekans kazanıp gözüme kadar ulaşıyor. Benim beynimdeki görsel alan da o frekansı ‘görüyor.’ Gördüğüm rengin isminin ‘yeşil’ olduğunu çocukken öğrendim.

Soru şu: O renk fiziki, yani objektif gerçeklik olarak var mı, yoksa o gerçeklik sadece benim beynimdeki bir ‘gerçeklik’ mi?

Bundan 400 yıl önce Galileo Galilei meşhur düşme deneyiyle bazı fiziki gerçeklerin matematiksel formüllerle ifade edilebileceğini gösterdiği için modern bilimin kurucusu olarak sayılır.

Onun yöntemi sayesinde doğayı kendi dışımızda bir fiziki gerçeklik olarak anlamaya başladık. Yani doğa, subjektif değil objektif bir gerçekti.

Ama aynı Galileo Galilei, bazı şeylerin, mesela koku, renk, tad gibi şeylerin objektif bir gerçek olmadığını ve olamayacağını, bunların subjektif gerçekler olarak sadece bizim bilincimizde var olduğunu söyledi.

Descartes’ın ‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ dediği

Bunca zamandan beri Galileo’yı haksız çıkartmak için araştırmalar yapılıyor ama henüz onun haksızlığı kanıtlanmış değil. Eğer o haklıysa, benim o yapraklara bakıp da gördüğüm yeşil tonunun sizinkiyle aynı olduğunu bilmenin, bundan matematiksel bir kesinlikle emin olmanın bilinen bir yolu yok.

Bu herkesin bildiği örneği verdim, çünkü bir kez daha dönüp insan zihninden, o zihnin ortaya çıkardığı ve adına ‘bilinç’ denen fenomenden söz etmek istiyorum.

Bildiğimiz kadarıyla eski Yunan filozoflarından beri ‘bilinç’in ne olduğu hakkında kafa yoruyoruz. Sadece filozoflar da değil, şairler, oyun yazarları, eline kalem alan neredeyse herkes tarih boyunca şu veya bu şekilde ‘bilinç’i anlamaya çalışmış, ona isimler, görevler, fonksiyonlar atfetmiş.

Bu isimlerden bizim bugünkü konumuz açısından en ilginci ve önemlisi Descartes.

Onun ünlü eseri Meditasyonlar, bugün pek çok kişi tarafından modern Batı felsefesinin kurucu metinleri kabul ediliyor. Bu kuruculuk da şundan kaynaklanıyor:

Descartes, ‘bilgi’yi sorguluyor ve bilgilerin doğruluğundan nasıl emin olunacağını, bugün adına ‘yapı söküm’ dediğimiz teknikle incelemeye başlıyor. En derine veya temele indiğinde de kendi aklını buluyor.

‘Doğruluğundan şüphe edemeyeceğimiz ilk bilgi, kendi varlığımızı sorgulamaktır. Yani (varlığımdan ve bildiğimden) şüphe ediyorum, o halde varım. Başka bir deyişle, düşünüyorum, o halde varım’ diyor.

Meşhur ‘Cogito ergo sum’ bu yani.

Beden-zihin veya beden-ruh ikiliği

Tamam da düşünen ne ve kim? Decartes, kendi zihnini sorgulayan ilk insan değil kuşkusuz, bu davranışı farkında olalım olmayalım hepimiz her gün yüzlerce binlerce defa yapıyoruz aslında. Descartes by sorgulamayı sistematize edip ona isim veren insan.

Bir zihnimiz (veya aklımız) var; bir de onu sorgulayan, kontrol eden ve ‘doğru’ sonuca ulaşmayı deneyen ‘bilincimiz.’ (Zihnimizi kontrol eden bir çeşit ‘üst-zihin’.)

Descartes buradan farkında olarak veya olmayarak çok eski bir fikre, bundan 2500 yıl önce Plato tarafından dile getirilmiş olan ‘Beden-Ruh ikiliği’ fikrine gider. ‘Bilinç’ aslında ‘ruhumuzdur’ Plato’ya göre. Büyük dinler de bu fikri sevmiştir, ruhun ölümsüzlüğü bütün dinlerin ayrılmaz parçasıdır. (En eski kurumsal dinlerden biri olan Yahudiliğin ilk zamanlarında bu beden-ruh ikiliği yoktu, bu fikir dine sonradan ilave edildi.)

Bugün sorsanız insanların çoğunluğu kendi bilinçlerinin aslında ‘ruhları’ olduğunu söyleyecektir. Ancak modern bilim elbette bunu sorguluyor, hatta beden-ruh ikiliği düşüncesini temelden reddediyor, bilincin bazı maddi temelleri olması gerektiğini söylüyor. Kaldı ki, bilinç gerçekten ‘ruh’sa, bunu da anlamak istiyor bilim.

Bir et parçası nasıl ‘bilinç’ ortaya çıkarıyor?

Sonuç olarak zihnimizin temelde beynimizde oluştuğunu, zihnin bir yansıması olan ‘bilinç’in de beynimizde gerçekleştiğini biliyoruz.

Peki ama nasıl oluyor da trilyonlarca hüreden oluşan bir et parçası olan beyin, bu soyut varlık olan ‘bilinç’i ortaya çıkarıyor?

Nöro bilim, felsefe ve yapay zeka araştıran bilgisayar bilimi uzun zamandan beri bu sorunun cevabının peşinde. Aslında bakacak olursanız insanlık belki 2 bin 500 yıldır bu soruya cevap arıyor. Bilinç nasıl ortaya çıkıyor?

Bu zor soruya cevap vermenin yakınında bile değiliz. Daha fenası şu: Sadece sorunun cevabının değil daha sorunun ne olduğu konusunda bile anlaşamıyoruz.

Bilincin ne olduğu konusunda bile anlaşamıyoruz

Bir yandan felsefeciler, bir yandan nöro bilimciler ve bir yandan bilgisayar bilimciler, ‘bilinç’in tam olarak ne olduğu konusunda aralarında anlaşamıyorlar. Yani elimizde ‘Bilinç şudur’ diye söyleyecek bir ortak tanımımız bile yok. (Oysa ‘Hangi renk yeşildir’ sorusuna, ünlü renk kataloğu Pantone sayesinde verdiğimiz bir ortak yanıt var hiç değilse!)

Geçen hafta yazmıştım, bu bilincin tanımı üzerinde çalışan araştırmacıların bir bölümü, bir diğer bölümünü ‘Sizin yaptığınız bilim değil’ diyerek suçlayan 124 imzalı bir mektup yayınladı.

Bir başka grup ise oturup son derece faydalı bir şey yaptı, bilincin tanımı konusunda bugüne kadar yapılan bütün teorik katkıları alıp bir bilimsel makalede özetledi. Onların bu özetini The New York Times gazetesi biraz alaycı bir  başlıkla haber yaptı. 

Bütün bu tartışmaların ve kavgaların önemsiz olduğunu, bilimin bilinci tanımlama ve sonra da bilincin nereden kaynaklandığını bulma konusunda başarısız kaldığını hem söyleyebiliriz hem de söylememeliyiz aslında.

Bilinçli yapay zeka olacak mı?

Bilincin ne olduğu ve nereden kaynaklandığı konusunun bu kadar alevlenmesinin tek bir sebebi var: Yapay zeka konusundaki araştırmalar.

Şu an ortaya çıkan teknoloji her ne kadar makine öğrenmesi ve nöral network gibi çok önemli aşamalar kaydetmiş olsa da, bilgisayar bilimcilere göre ‘akıllı’ değil. Bu bilimcilere göre mevcut yapay zeka, sadece tekrara ve tahmine dayalı bir dizi algoritma.

Yapay Zeka’nın ‘akıllı’ olabilmesi için bir ‘bilince’ de sahip olması gerektiğini söyleyen ve ‘Bilince sahip bir yapay zeka yaratabilir miyiz’ sorusunun peşine düşen çok sayıda bilim insanı var. Bundan da öte, bu soruya cevap arayan çok sayıda milyar dolarlık şirket de var artık.

Esasen epeydir korkusu yayılan yapay zeka da bu. Yani bilinçli, kendine ait bir kişiliği ve karakteri olan, deneyimleriyle bu kişiliğini değiştirip geliştirebilen bir makina. (Bu özellikleri kazandığında ona hala ‘makina’ diyebilir miyiz, ayrı bir tartışmanın konusu.)

Yapılabilir mi yapılamaz mı? Şimdilik daha bilince bir tanım bile bulamadığımıza göre o makina ufukta gözükmüyor ama hiç gözükmeyeceği anlamına da gelmez tabii.

(Bu arada meraklısı için bir de bu herkesin korktuğu ‘bilinçli yapay zeka’ meselesine tersten bir bakışı anlatan bir yazının linkini de buraya koyayım. Sahiden de, ya bilinçli robotlar gayet iyi kalpli ve müşvik makineler olursa? Olamazlar mı yani?)

250 milyon yıl sonra dünya böyle olacak ve memelilerin yüzde 92’si yaşayacak yer bulamayacak

250 milyon yıl sonra dünya böyle olacak ve memelilerin yüzde 92’si yaşayacak yer bulamayacak

Zaman zaman volkanik patlamalar ve depremler hatırlatsa bile biz unutmaya meyilliyiz: Aslında dünyamız bir anlamda ‘yaşayan’ ve sürekli hareket halinde olan bir gezegen. Buna dünyamızın kabuğu, yani her gün ayağımızı bastığımız yer de dahil.

Hepimiz okullarda veya bilim dergilerinde dünyamızdaki kıtaların geçmişte nasıl aslında tek bir parça olduğuna dair resimler gördük. O kıtaları ayıran ve bugünkü dünya haritasını ortaya çıkaran hareket aslında durmuş değil ve son yapılan bir tahmine bakılacak olursa, dünyamızın ana karaları yeniden birleşecek.

Merak etmeyin yarın sabah olmayacak bu, hesaba göre yukarıdaki fotoğrafta görülen haritaya bundan 250 milyon yıl sonra ulaşacağız.

O gün geldiğinde dünyamız yine çok vahşi bir gezegen olacak, sürekli volkanik patlamalar yaşayacak, o patlamalar yüzünden atmosfere salınan karbondioksit sıcaklığı çok arttıracak ve görünen dünyanın yüzde 92’si insan dahil memeli canlıların yaşamasına izin veren bir ortam olmayacak.

Metaverse’i ne çabuk unuttuk… Ne oldu metaverse’e?

Metaverse’i ne çabuk unuttuk… Ne oldu metaverse’e?

Facebook’un kurucusu ve büyük ortağı Mark Zuckerberg bundan iki yıl önce ortaya çıktı ve internetin geleceğini ilan etti: Metaverse geliyordu.

Oysa ilan ettiği şey gelecek değildi; metaverse fikri çok zaman önce ortaya çıkmış, defalarca denenmiş, Mark Zuckerberg açıklamasını yaptığı sırada bile kullanılan bir şeydi.

Ama Zuckerberg söylediğine o kadar çok inanıyordu ve herkes de ona inansını o kadar çok istiyordu ki şirketinin adını bile ‘Meta’ya çevirdi.

Şimdi aradan iki yıl geçti, Mark Zuckerberg dahil pek az kimse metaverse kelimesinden söz ediyor. Gerçi son yatırımcı toplantısında, Zuckerberg ‘Bu vizyona hala inanıyor ve yatırım yapmaya devam ediyoruz’ dedi ama kimse onu çok da ciddiye almadı.

Facebook, metaverse için özel gözlükler çıkardı ve bu gözlükler aslında hiç küçümsenmemesi gereken bir miktarda satıldı: 20 milyon.

Ama bu rakam birkaç milyar hesaplı Facebook için minicik bir rakam demek. Hepi topu 20 milyon kişi işte.

Problem belki de şu: Bu sanal gerçeklik gözlüklerini herkes takamıyor; bir varsayıma göre her 3 kişiden 2’si bu gözlüğü takınca mide bulantısı ve denge sorunları yaşıyor. Öyle olunca bu gözlüklerin mesela cep telefonları gibi milyarlara hitab etmesi mümkün olmuyor ve o yüzden fiyatı da ucuzlamıyor. Bu pahalılık yüzünden gözlüğü takabileceklerin tamamı da gözlüğe erişemiyor.

Eh ortada gözlük takan, yani kullanıcı olmayınca metaverse’de de fazla bir şey olamıyor, yeterince şirket ve kişi oraya yatırım yapmıyor, oyun yerleri veya iş yerleri açmıyor.

Şimdilik metaverse kötü gitmiş bir emlak projesi gibi duruyor. Temeli atılmış, bazı binalarda subasman seviyesine gelinmiş, hatta bazı binalara yerleşilmiş ama dev sitenin geri kalanı koca bir şantiye, üstelik şantiyede hiçbir çalışma da yok.

Microsoft, yapay zekası için nükleer santral alıyor ama Bill Gates’den değil

Microsoft, yapay zekası için nükleer santral alıyor ama Bill Gates’den değil

Microsoft sadece bir yazılım devi değil, hatta artık yazılım işi Microsoft’un küçük işi. Bu şirket esas olarak bir bulut bilgisayar ve yapay zeka devi. Bulut bilgisayar dediğiniz çok sayıda devasa veri merkezi. Bu veri merkezleri inanılmaz miktarda enerji yutan şeyler. Yapay zeka ise giderek daha fazla bilgisayar gücüne ihtiyaç duyuyor, onun da emdiği enerji miktarı oldukça fazla.

İşte bu yüzden Microsoft’un bir bir mikro modüler nükleer santral almakta olduğuna dair haberler var. Geçmişte bu mikro modüler nükleer santrallar konusunu birkaç kez yazmıştım. Bu sektörün önemli oyuncularından biri aslında Bill Gates’in kendisi. Ama başka oyuncular da var, örneğin NuScale halen Amerikan Enerji Bakanlığı’ndan tasarımıyla onay almış tek şirket.

İddiaya göre Microsoft da zaten bu mikro nükleer reaktörü, büyük ortağı Bill Gates’in şirketinden değil bu NuScale’den alacak.

Ama anlaşılan daha gidilecek çok yol var. Microsoft şimdilik işe ‘Bir nükleer enerji uzmanı’ alarak başlamak istiyor.