
Bugünün dünyasında en çok ihtiyaç duyduğumuz şey ne, biliyor musunuz?
Nobel ödüllü, büyük fizikçi Richard Feynmann bir zamanlar şöyle demişti:
‘Bir kuş için ornitolog ne anlam ifade ediyorsa, bir fizikçi için de bilim felsefecisi o anlamı ifade eder.’
Malum, ‘ornitolog’ kuş bilimci demek. Elbette bir güvercin veya bir papağan, bir ornitoloğun ona ne isim verdiğiyle veya onu hangi kuş ailesine dahil ettiğiyle hiç ilgilenmez.
Peki ama aynı durum fizikçi için de geçerli midir?
Feynmann, yukarıdaki lafını söylediğinde kuantum mekaniğinin ‘Kopenhag yorumları’ adı verilen yorumlarına tamamen bağlı bir insandı. Sonrasında 1964 yılında John Bell diye bir başka fizikçi çıktı, bu yorumların yegane geçerli yorum olmadığını gösterdi.
Feynmann da bunun üzerine her akıllı insandan bekleneni yaptı, felsefeciler konusundaki görüşünü değiştirdi. Hayatının sonuna kadar ‘Felsefeciler işlerini yapsın, biz fizikçilere yol göstersin’ mealinde cümleler kurdu, çağrılar yaptı.
Birbiriyle çelişen fizik teorileri
Eğer bilim, insanın doğayı anlama çabasının adıysa, fizik de bu çabanın uç beyi. Bir yandan en küçüğü, yani atomun oluşumunu anlamaya çalışıyoruz; bir yandan en büyüğü, yani evrenin nasıl ortaya çıktığını ve nasıl olup da bir arada durmaya devam ettiğini.
Ve bunlardan birincisine, yani atomun oluşumuna dair elimizdeki teori ile ikincisine, yani evrene ilişkin teorimiz birbiriyle uyumsuz. Oysa doğa bir tane.
Bu iki teori birden ve bir arada doğru olamaz. Ama baktığınızda, neredeyse 100 yıldır her iki teori de defalarca kendi sınırları içinde sınandı ve her seferinde ‘doğru’ çıktı.
Bu iki ‘doğru’ teoriyi birbiriyle bağdaştırma çabaları (Sicim Teorisi, kuantum kütle çekimi teorisi vs vs) şu ana kadar bir meyve üretebilmiş değil.
İşte Feynmann başta fizikçilerin felsefeyi göreve çağırmasının sebebi de bu: Belli ki doğayı kavrayışımızla ilgili bir yerde bir hata yapıyoruz, bu hatayı gidermemize ancak ortaya atılacak yeni bir fikir, yeni bir bilgi teorisi yardımcı olabilir.
Felsefesizlik sadece fiziğin sorunu değil
Yalnız tabii bu felsefesizlik problemini sadece fizikte yaşamıyoruz. İnsanın bizatihi kendisini tanımlamakta, anlamlandırmakta da zorluklarımız var.
Çünkü bir yanda, tamamen fizik ve kimya yasalarıyla hareket eden bir insan biyolojisi var; bir yanda da hangi yasaya tabi olduğuna bir türlü karar veremediğimiz insan aklı ve düşünce dünyası var.
Aslında bu zorluk herhalde insan ortaya çıktığından beri vardı. Bu zorluğu gidermek için dinler, insan aklının ‘ruh’ olduğunu söylediler.
Ama unutmayın, ‘ruh’ aynen ornitologların kuşlara verdiği gibi bir isim, tanım değil. Oysa doğayı anlamaya çalışan insan, evrensel geçerliği olan tanım yapmak peşinde.
Acaba insan aklı, insan fizyonomisinden, vücudumuzun içindeki fiziki ve kimyasal süreçlerden tamamen bağımsız mı, değil mi? Değilse, acaba aklımız fizyonomimize ne ölçüde bağımlı, ne ölçüde bağımsız?
İnsan dediğiniz ‘gen’ ile ‘meme’den mi ibarettir?
Ülkemizde de dünyada da geniş kitleler tarafından esas olarak din karşıtı bir kişi olarak daha fazla ünlü olan Richard Dawkins, 60’lı yılların sonunda insan fizyolojisinde ‘gen’lerin, insan aklının oluşmasında ise ‘meme’lerin (miim diye okunuyor) etkili olduğunu öne sürdü. Bu teori ortaya atıldığından beri de dünya bu konuyu tartışıyor, deliller oluşturmaya çalışıyor.
‘Meme’ daha önce burada anlatmaya çalışmıştım; bir bütün olarak insanın kültürü, yetişme biçimi, yetiştiği ortam vs anlamına geliyor.
Eğer insan aklı, tamamen insanın hayatı boyunca maruz kaldığı her türlü kültürel etkiden oluşuyorsa, o zaman gerçek bir yapay zeka hiçbir zaman mümkün olmayacak demektir.
‘Rock star’ muamelesi gören filozoflarımız var
İnsan aklı veya bilinci denen şey, eğer gerçekten bizlerin birbirimizden öğrendiklerimizden, birimizi taklit etmemizden, bu öğrendiklerimizi ve taklit ettiklerimizi bir biçimde sentezleyip yeni şeyler ‘yaratmamızdan’ ibaretse, yazının başında fizikçilerin sözünü ettiği felsefe problemini çözebilmek için insanın bir büyük paradigma, yani düşünme modeli değişikliğine ihtiyacı var demektir.
Nasıl fizikçiler doğayı anlama konusunda gelip bir noktada tıkandıysa, insanlar da düşünce üretme konusunda gelip bir yerde tıkandılar.
O yüzden, felsefenin ‘Theory of Mind’ (Zihin Teorisi) denen dalıyla ilgilenen filozoflar, günümüzde neredeyse birer ‘rock star’ muamelesi görüyorlar. Verdikleri konferansları binlerce kişi izliyor, bu konferansların video kayıtları elden ele geziyor, bu insanların yazdıkları kitaplar çok satarlar listelerine giriyor.
‘Kurucu felsefe’ arayışı
Baktığınızda, insanlık oldukça uzun bir zamandan beri bir ‘kurucu felsefe’ arıyor. Düşünme biçimimizde bize bir sıçrama yaratacak, insanlığı bambaşka bir seviyeye taşıyacak bir büyük felsefenin peşindeyiz.
Son büyük kurucu felsefemiz Aydınlanma Felsefesi ve onun beraberinde getirdiği ‘Modernizm’di.
Modernizm, insanı feodal düzenden aldı kapitalizme soktu. Sanayi Devrimi ve bugün sahip olduğumuz modern hayat bu felsefenin ve o felsefeye dayalı bilimin bir ürünü.
Bilgi Çağı ilerlemek için felsefesini arıyor
Ama bugün insanlık yepyeni bir devrimin eşiğinde, belki de halen içinde yaşıyor. Buna şimdiden ‘Bilgi Çağı Devrimi’ adı verildi bile; ama bu isim galiba yeterince temsil edici, durumu açıklayıcı değil.
Fizikten başladık, ‘Bilgi Çağı Devrimi’ne kadar geldik ama bu ikisi birbirinden kopuk şeyler değiller. Ve hepsi birden insan mutluluğu, refahı, ekonomisi, siyaseti ve sanatıyla da bağlantılı. Zaten insan dediğimizde kocaman ve çok derin bir şeyden söz ediyoruz.
Ve hepimiz dönmüş, filozoflara bakıyoruz aslında. Çünkü farkında olalım olmayalım günümüz dünyasında en çok ihtiyaç duyduğumuz şey, aslında bir yeni kurucu felsefe.
Sahiden de medyanın aristokratıyız galiba ama…
Serdar Turgut’la burada bir polemiğe girerken aslında tam da bu noktaya varabilmeyi umuyordum, ama araya başka şeyler girdi, ben de bu yazıyı erteledim durdum.
Son olarak Serdar Turgut benim bu tartışmada ‘havlu attığımı’ öne süren bir yazı yazdı, ‘Biz medyanın aristokratlarıyız İsmet’cim’ dedi. Kastettiği, böyle konuları medyada kimsenin yazmadığı, yazsa bile okuyacak kimsenin olmadığıydı. Serdar bir kez daha yanılıyordu, onun o yazısı bu sitede epey büyük ilgi gördü, yazı belli ki elden ele dolaşıyor, ilgi görmeye bugün bile devam ediyor.
Demek ki sandığımızdan çok daha fazla sayıda insan, insan düşüncesinin gelişimi ve yeni arayışları konusunda merak ediyor.
Ben de açıkçası, Serdar Turgut’un o yazısının gördüğü ilgiden cesaret alarak bugün bu yazıyı yazıyorum.
Normalde, ‘İnsanın bugün en büyük ihtiyacı felsefedir’ lafını kalabalık bir ortamda söyleseniz, dayak yiyebilirsiniz çünkü.
Ama ne yapayım ki, bana göre gerçek de bu: İnsanın bugünkü en büyük ihtiyacı sahiden de kurucu bir felsefe.
O kurucu felsefenin Serdar Turgut’un bu aralar fazla haşır neşir olduğu için ister istemez beğenip benimsemeye de başladığı post-modernizm olmadığını söylememe bile gerek yok herhalde.


