17-03-2024
İsmet Berkan

Erkekler doğanın kazayla yarattığı, olmasa da olur canlılar mı?

Erkekler doğanın kazayla yarattığı, olmasa da olur canlılar mı?

Kutsal kitaplara atfedilen öyküyü hepimiz biliriz:

Tanrı önce Hazreti Adem’i topraktan yaratmıştır. Adem bir süre sonra tek başına cennette sıkılınca ona eşlik etmesi için bu kez Adem’in kaburga kemiğinden Hazreti Havva’yı yaratmıştır.

Sonra Adem ile Havva Tanrı tarafından cennetten kovulup Dünyaya inmiş ve dünyada insan hayatının başlatıcısı olmuştur.

Bu öykü elbette inancın konusu. Bilimin değil.

Peki bilim ne diyor? Önce erkek vardı, sonra mı kadın oldu? Yoksa tam tersi mi?

Baştan söyleyeyim, bilimin bu konuda bir cevabı yok. Yani önce hangi cins ortaya çıktı sorusuna verilen net bir yanıt yok.

Erkekler o kadar da önemli değil

Ama genetik bilimi bize erkeklerin o kadar da önemli olmadığını söylüyor.

Bütün memeli canlılar için geçerli bir durum, ama ben insandan hareketle anlatayım:

Hepimiz okulda gördük, insan geni, yani DNA’mız 23 kromozom çiftinden oluşur. Bunlardan 22 tanesi ‘otozomal’ adı verilen, insan denen canlıyı ortaya çıkaran kromozomlar. Sonuncu çift ise ‘cinsiyet kromozom’u.

Biliyorsunuz, kadınların kromozomu XX olarak adlandırılıyor; erkeklerinki ise XY.

Erkekteki bu farklı Y kromozomu sayesinde erkek ile kadın çiftleştiğinde ortaya XX kromozomlu bir dişi veya XY kromozomlu bir erkek bebek çıkma olasılığı eşit.

Dolayısıyla tanımı gereği doğacak çocuğun cinsiyetini erkeğin spermleri arasında atılan bir çeşit yazı tura belirliyor; X de kazanabilir, Y de…

Buraya kadar ortaokul-lise bilgilerimizi tazeledik. Bunlar hepimizin bildiği şeyler.

Erkek egemen toplumlarda yaşıyoruz ama biyoloji bize tersini söylüyor

Antropoloji bilimi sayesinde biliyoruz, insanlığın çok uzak dönemlerinde anaerkil denebilecek toplum yapıları görülmüş ama biz insanlar bilebildiğimiz tarihimizin tamamına yakınını ataerkil, yani erkek egemen toplum düzenlerinde yaşamışız. Son 100 yılda bunu değiştirme, hiç değilse cinsler arasında eşitliği sağlama çabaları var ama henüz bu çabaların başarıya ulaştığını söyleyemeyiz.

Oysa biyoloji ve genetik bilimi bize bunun tersini söylüyor. Çünkü insan türünün çoğalmasını sağlayan iki unsurdan erkeğe ait olanı, yani sperm sadece DNA taşıyan bir şeyken annenin yumurtası tam olarak bir hücre. İnsan da bu hücreden gelişiyor, önce fetüs, sonra bebek oluyor.

İnsanı yaratan bütün biyolojik süreç anne bedeninde gerçekleşiyor. Erkeğin tek katkısı doğacak bebeğin DNA’sının yarısını ona vermek. Bu DNA da esasen belki yüzde 99 oranında kadındaki DNA ile aynı.

Yani şunu demeye çalışıyorum: Erkek karaciğeri veya bağırsağı veya kalbi ile kadın iç organları arasında bir fark yok.

Ama yanlış anlamayın: Elbette erkek bedeni ile kadın bedeni arasında bazı farklar var.

İnsan bedeninin ‘template’i aslında dişi

Peki ama bu farkları ne yaratıyor? Neredeyse tamamı aynı olan iki DNA yarısı bir araya geliyor. Bu bir araya gelen DNA yüzde 50 ihtimalle kadın, yüzde 50 ihtimalle erkek bedeni yaratıyor.

Dikkat ederseniz, aslında bu çiftleşmeden ortaya kadın bedeni çıkması son derece normal, beklenen bir durum. Çünkü kromozomların çoğunluğu X işaretli. Ayrıca kadın yumurtası tam bir hücre, bölünmeye hazır bekliyor. Erkek sadece DNA’nın öteki yarısını veriyor.

Bilgisayar diliyle söyleyeyim: İnsanın ‘template’i dişi aslında. Ortaya bir erkek çıkması bir dizi şansa bağlı. 

Bu ‘bir dizi’ şansların birincisi erkeğin Y kromozomunun yarışı kazanması ve doğacak bebeği XY yapması.

Erkek kromozomlu kadınlar

Ama hepsi bu kadar değil. Nadir gözüken bir şey ama var: Aslında XY kromozomu taşıdığı, yani genetik anlamda erkek olduğu halde kadın bedenine sahip bireyler var. Buna bu durumu keşfeden İngiliz endokrinoloğun adıyla ‘Swyer Sendromu’ adı veriliyor.

Bu sendromdan muzdarip insanlar, dediğim gibi erkeklik genine sahip gibi gözükseler de bedenleri tamamen kadın. Ve kendilerini de ‘kadın bedenine hapsolmuş bir erkek’ gibi görmüyorlar, kadın hissediyorlar.

Bu sendromun varlığı genetikle ilgilenen bilimcileri cinsiyeti (cinsel kimliği değil) neyin belirlediğini araştırmaya itti ve sonunda o Y kromozomunda var olan bir geni teşhis ettiler. 1980 gibi oldukça yakın bir tarihte o genin SRY adı verilen bir gen olduğu anlaşıldı veya en azından üstünde bir uzlaşma oldu (Genler söz konusu olduğunda hala bilmediklerimiz bildiklerimizden çok fazla, o yüzden dikkatli konuşmakta fayda var).

Yani ikinci şans, bu SRY geninin düzgün, olması gerektiği gibi çalışması. İşte görüyorsunuz, her zaman da çalışması gerektiği gibi çalışmayabiliyor bu gen ve ortaya bir erkek bedeni çıkaramayabiliyor, o zaman da fetüs (yine bilgisayar terimiyle söyleyeyim) ‘default setting’ine dönüyor, dişi oluyor.

Doğa neden erkeğe ihtiyaç duyuyor?

Peki erkeğe gerçekten ihtiyaç var mı? Evrim süreci memeli canlılarda neden bir ‘erkek’ ortaya çıkardı? Doğada erkeğe ihtiyaç duymayan, kendi kendini dölleyen çok sayıda canlı var. Ama memeli canlılarda dölleme erkek olmayan yapılamıyor (Tüp bebeği saymıyorum).

Doğa türün devamında erkeğe olan ihtiyacı minimuma indirmiş ama onu var etmeye devam etmiş.

Mitokondriyal Havva

Geçenlerde Serdar Turgut 8 Mart Dünya Çalışan Kadınlar Günü nedeniyle açılan ve sadece erkek sanatçıların katıldığı bir tuhaf sergiyi anlatırken gördüğü bir kavramı anlayamadığını yazdı.

Turgut’un gördüğü kavram ‘mitokondriyal havva’ kavramıydı.

Bu sahiden ilginç ve önemli bir konu ve doğanın neden kadınları öncelediğine ilişkin önemli bir ipucunu içinde barındırıyor.

Yine ortaokul-lise biyoloji derslerinden biliyorsunuz, hücrelerimizin içinde bir de ‘mitokondri’ var. Mitokondri hayat için son derece önemli bir şey; hücrenin enerji santralı. Dışarıdan gelen oksijen ve karbonu alıyor, yakıyor ve hücreye enerji sağlıyor.

Biyologlar mitokondriyi ‘organel’ olarak adlandırıyor. Biliyorsunuz organ çok hücreli bir yapı. Bir sürü hücre bir araya geliyor ve belirli bazı görevleri yapmaya başlıyor.

Hücrenin kendi içindeki bir parçanın neredeyse bağımsız bir organ gibi görülüp ona ‘organel’ adı verilmesi boşuna değil. Mitokondri bu denli önemli.

Kendi DNA’sına sahip organel

Onu önemli yapan bir başka özelliği daha var: Mitokondrinin kendi DNA’sı var.

Evet yanlış okumadınız, hücrelerimizde DNA var. Hücre bölündüğünde bu DNA kopyalanıyor ve yeni hücreye de aktarılıyor, hatta o hücrenin hangi işlevi yerine getireceği de yeni kopyada yerini alıyor. Ama hücrenin içindeki mitokondrinin de kendine ait DNA’sı var ve hücre bölünürken o da aynen hücrede olduğu gibi kendi DNA’sını kopyalıyor ve bölünüyor.

Tam bu sebeple pek çok biyoloğa göre mitokondri evrim sırasında ve uzak geçmişte hücre içine girmiş bir bakteri, yani farklı bir canlı aslında. Ama öyle bir simbiyotik ilişki gelişmiş ki insan ve mitokondri ancak birlikte var olabiliyor.

Sadece anneden çocuğuna gelen gen

Mitokondrinin bir başka özelliği daha var, o da sadece kadından bebeğe geçmesi. Başta söyledim ya, kadının yumurtası her bakımdan tamam bir hücre. İşte o hücrenin mitokondrisi de var ve her çocuk mitokondrisini sadece ve sadece annesinden alıyor.

Benim DNA’ma baktığınızda anne ve babamdan gelen genler var. Anne ve babama ayrı ayrı baktığınızda onların anne babalarından gelen genler. Böyle yukarıya doğru dalları giderek genişleyen bir DNA ağacı (Ortaya çıkan şekle, yani her çizginin iki ayrı çizgiye bölünmesine geometride fraktal adı veriliyor, Serdar Turgut eğer yazıyı buraya kadar okuduysa ilgisini çekecektir, örneğin Amerikalı dev ressam Jackson Pollock’un eserleri bu fraktal geometriden çok yararlanır).

Buna karşılık benim mitokondriyal DNA’ma bakacak olursanız yukarıya doğru dümdüz bir çizgi görürsünüz. Benden anneme, ondan annesine, ondan annesine uzanan bir çizgi.

Adem Baba’yı bilemiyoruz ama hiç değilse Havva Ana belli

Burada kısa bir matematik ukalalığı yapacağım:

Varsayalım ki başlangıçta 100 tane anne (yani mitokondriyal DNA) vardı. Bunların bazıları sadece erkek çocuk sahibi olacağı için zaman içinde onların izi kaybolacak ama en azından bir tanesinin mitokondriyal DNA’sı bugüne kadar kalacak.

Bilim insanları bu fikirden hareketle mitokondiral DNA’ları taradı ve bugünkü modern insanın olsa olsa 200 bin yaşında olduğunu, o insanın da Afrika’nın çok belirli bir bölgesinde yaşadığını ortaya koydu. 

Dolayısıyla yazının en başına döneyim: Bir Adem Babamız vardıysa bile onu saptamak çok zor; buna karşılık Havva Anayı biliyoruz.

Hangisi önce geldi bilmiyoruz ama en azından annemiz belli.

Geçmiş Pi gününüz kutlu olsun

Geçmiş Pi gününüz kutlu olsun

Dairenin çevresinin çapına oranı bize sihirli bir sayı verir. Hepimizin okulda öğrendiğimiz Pi sayısını.

Pi sayısında 3’ün yanına koyduğumuz virgülün ardından tam olarak kaç sayı geleceğini bilmiyoruz. Bilimciler bu yılın Pi Günü’nde, yani bundan üç gün önce 14 Mart’ta (3. ayın 14’ü) tam 105 trilyon rakamın bulunduğu bir çözümü ortaya koydu.

Tabii okuldaki hesaplarımızda sadece iki rakamlı uzantı, 3,14 bize yetiyor. Ama virgülden sonraki sayıların adedi arttıkça Pi sayısıyla yaptığımız hesaplama da keskinleşiyor. Örneğin 3’ün yanına 11 hane yazdığımızda dünyanın çevresinin çapına oranını milimetre seviyesinde doğru hesaplayabiliyoruz.

Pi’nin bir sonu var mı, yoksa virgülün yanındaki hane sayısı sonsuza kadar uzanıyor mu, bilmiyoruz. Şimdilik işte 105 trilyon hane hesaplanmış. Ve bu yarış devam ediyor.

Aradığımız bir başka şey virgülün yanındaki hanelerin bir örüntü (pattern) içerip içermediği. Şu ana kadar bir örüntü bulunamadı, yani sayılar belli bir düzen içinde değil.

Bu da bize gerek kuantum bilgisayarlarda, gerek süper bilgisayarlarda ve gerekse şifreleme teknolojisinde çok şey veriyor.

Pi tabii mucizevi bir sayı. Matematikte ‘irrasyonel sayılar’ denen aileye mensup ve doğada pek çok yerde karşımıza çıkıyor. Örneğin kuantum mekaniğinin ünlü belirsizlik ilkesi denklemlerinde Pi sayısı var. Albert Einstein’ın genel görelilik alan denklemlerinde de Pi var.

Geçmiş Pi Günü’nüz kutlu olsun.

Yargıç karar verdi bile: Hayır, sen Satoshi Nakamoto değilsin

Yargıç karar verdi bile: Hayır, sen Satoshi Nakamoto değilsin

Avustralyalı bilgisayar bilimci Craig White 2016 yılından beri BitCoin’i ortaya çıkaran ve ‘Satoshi Nakamoto’ takma adını kullanan kişinin kendisi olduğunu iddia ediyor.

Daha önce burada yazmıştım, bu iddiaları için mahkemeye verildi ve Londra’da ilk duruşmalar yapıldı. Aslında yargılamanın uzun olması bekleniyordu ama yargıç Justice Mellor geçen hafta içinde kararını açıkladı, Craig White’ın BitCoin’in mucidi olmadığına hükmetti.

Yargıç kararın hızlı çıkmasına kendisi de şaşırmış, ‘Daha uzun sürer sanıyordum ama elde çok delil olunca karar çabuk çıktı’ dedi.

Craig White, BitCoin’i kendisinin icat ettiğini öne sürüyor ve BitCoin algoritması için telif hakları istiyordu. Şimdi bu reddedildi.

Ama eğer Craig White sahiden iddia ettiği gibi BitCoin’in mucidi Satoshi Nakamoto ise devasa bir servetin üstünde oturuyor aslında. Çünkü Nakamoto bir milyondan fazla BitCoin’e sahip ve bu BitCoin’ler sistem kurulduğundan beri hiç kullanılmadı, orada kuzu gibi yatıyor. 

Yelken şileplerde ciddi yakıt tasarrufu sağlıyor

Yelken şileplerde ciddi yakıt tasarrufu sağlıyor

Deniz taşımacılığı hem en fazla fosil yakıt tüketen hem de atmosfere en fazla karbondioksit salan endüstrilerin başında geliyor.

Bir süre önce dizel motorlu dev kargo gemilerine bir çeşit ‘yelken’ takılmaya başlandı ve uygulamanın yakıt tasarrufuyla karbondioksit salımında azaltma yapıp yapmadığı denendi. Sonuç: Evet ciddi yakıt tasarrufuna ve dolayısıyla karbondioksit salımı azaltımına yardımcı oluyor bu yelkenler.

Yelken dediğime bakmayın bunlar rüzgar türbini aslında ve ilk olarak Pyxis Ocean adlı gemiye takıldı. Gemi altı aydır Hint ve Pasifik Okyanuslarında dolaşıyor ve bu dönemde yelkenler sayesinde ortalama olarak günde üç ton yakıt tasarrufu sağladı.

Bunlar çok ümit veren rakamlar. Şimdi bakalım kaç gemiye daha bu ‘yelken’lerden takılacak…