Makinelerle insanlar 10 yıllardır savaşıyor ve insanlık bu savaşı kaybetti bile
Disney+’ta ‘The Creator’ diye bir film var, platforma aboneyseniz boş zaman eğlencesi olarak öneririm.
Filmin yegane özelliği, yaygın ‘distopya’nın tam tersi yönde olması. Filmde yapay zeka ‘iyi’leri, insanlık ise ‘kötü’leri temsil ediyor.
Tabii, Hollywood gözümüzün içine çok sokuyor bu iyilerle kötüler savaşlarını ama unutmayın, hikaye anlatmanın kurallarını derli toplu bir araya getiren ilk düşünür olan Aristo binlerce yıl önce yazdığı Poetika’sında iyilerle kötülerin savaşını temel bir öykü anlatma biçimi olarak belirlemişti zaten. O günden bugüne pek az şey değişti.
Biz, bir Çek yazar 100 yıldan uzun zaman önce bir tiyatro oyunu yazdığından beri o Çekçe kelimeyi ezbere biliyoruz: Robot.
Robot korkumuz, robotların insanın yerine geçip sonra da insanlığı sona erdirmek için savaşa girişmesi korkusu o zamandan beri var. En azından edebiyatta ve sinemada.
Şöyle bir düşünün: Robotların (yapay zeka diye de okuyabilirsiniz) insanları yok etmeye giriştiği onlarca, belki yüzlerce roman/öykü okudunuz, film ve TV dizisi seyrettiniz.
İşte Netflix’te Jennifer Lopez’in başrolde oynadığı Atlas filmi de tam bu hikayeyi anlatıyor. Ev hizmetçisi olarak yaratılan robot Harlan insanlığı yok etmeye girişen ‘ilk yapay zeka teröristi’ oluyor.
Ya robotların amacı öldürmek değil bizi aptal etmekse?
Bunlar güncel yapay zeka korkumuzla da ilgili şeyler. Ama korkarım hepimizde yanlış bir izlenim bırakıyor: Biz insansı robotlar bekliyoruz bizimle savaşması için. Kendi kendine hareket edebilen, kendi kendine düşünüp plan yapabilen, kendi kendine aldatma stratejileri geliştirip bizi öldürmeye çalışan makinalar.
Peki ya makineler bizi öldürmeye değil ama aptal etmeye çalışıyorsa? Üstelik bunu yapan makinelerin bırakın kendi kendine düşünme yeteneğine sahip olmasını, onları yöneten insanlar olmasa hiçbir işe yaramayacağı bir dünyada yaşıyorsak? Yani aslında bu kötülüğü yapay zekayla çalışan makinelere ihtiyaç duymadan, aslında kendi kendimize yapıyorsak?
Bu soruyu hiç düşündünüz mü?
İtiraf edeyim ben de düşünmemiştim. Geçen hafta bu köşede çıkan yazım hakkında bir arkadaşım telefon edip bana itiraz edene ve onunla yaşadığım tartışma sırasında bir aydınlanma yaşayana kadar gerçekte insanlıkla makinelerin savaşının on yıllardır devam ettiği ve insanlığın bu savaşı kaybetmekte olduğu hiç aklıma gelmemişti.
Dediğim gibi Hollywood filmleri kuralları binlerce yıl önce Aristo tarafından konmuş olan hikayeleri anlatıyor. Hikaye anlatma tekniğinin mecbur kıldığı bir şey var: Kırılma anı.
Biz kurmaca yapıtlarda yaşanan o kritik kırılma anı gerçek hayatta da aynen öyle olacak sanıyoruz ama değil. Gerçek hayatta olaylar çok daha yavaş yaşanıyor ve kırılma da öyle bir anda değil, derece derece ve zamana yayılmış biçimde gerçekleşiyor.
Google interneti neden temizlesin ki?
Hatırlayın, geçen hafta Google’dan, bu şirketi ortaya çıkaran temel fikirlerden ve buluştan söz ettim, sonra da Google’ın interneti bir çöplük haline getirdiğini ama şimdi yeni yapay zeka uyarlamasıyla bu çöplüğü temizlemeye çalıştığını söyledim.
Telefondaki o bin yıllık arkadaşım ‘Ne kadar naifsin’ dedi bana, ‘Google sadece para kazanmaya çalışıyor, interneti kirletmek nasıl umurunda olmadıysa temizlemek de umurunda değil.’
Önce savunma güdüsüyle itiraz etsem de daha ilk anda arkadaşımın haklı olduğunu biliyordum, laf lafı açtı ve konu internet fikrinin nasıl hem çok iyi hem de çok berbat bir şey olduğuna geldi.
Bilgiyi ölçüyoruz, ya içeriği?
Kadri çok geç bilinmiş dahi bir Amerikalı matematikçi olan Claude Shannon 1940’larda bugün adına ‘enformasyon teorisi’ dediğimiz teoriyi ortaya attığından beri bilgiyi biz ‘bit’le ölçüyoruz, yani 0 veya 1 olarak.
Teori, temelde bilginin miktarını ölçüyor ama içeriğine bakmıyor; çünkü yine teorik olarak bilgi miktarının artmasını temelde olumlu bir şey olarak görüyor. Yeniden hatırlatıyorum, bu olumlamayı bilginin içeriğine bakmadan yapıyor teori.
Kışkırtıcı bir örnek vereyim: Kuranı Kerim hiç kuşkusuz bilgi içeren bir kitap. Peki biz bu kitaptan trilyonlarcasını internete yükleyecek olsak insanlığın bilgisi artmış mı olacak? Hayır elbette, aynı bilginin trilyonlarca kez tekrar etmesi bize hiçbir olumlu fayda sağlamayacak.
‘Kim uğraşacak Kuranı Kerimi trilyonlarca kez yüklemekle’ diye düşünebilirsiniz. Peki örneği değiştirelim: YouTube’da bir trilyon saate yakın video var, bunlar son 20 yılda yüklendi. Ne kadarı sizce kıymetli içerik, ne kadarı değil? Bütün internette 900 zetabayt’a yakın (bir zetabayt bir milyar gigabayt demek) ‘bilgi’ var, bu bilginin ne kadarı insanlık için faydalı, ne kadarı değil?
Dolayısıyla aslında ‘bilgi’ ölçümlerini doğru yapabilmek için tamamen yeni bir bilgi teorisine ihtiyacımız var. Yeni teorinin ‘faydalı bilgi’ ile ‘faydasız’ ve hatta ‘zararlı’ bilgiyi birbirinden ayırt etmesi lazım.
Kim seçecek hangi bilginin ‘iyi’ olduğunu?
Peki ama kim karar verecek hangi bilginin faydalı, hangi bilginin faydasız, hatta zararlı olduğuna?
Dünya üzerinde bu sorunun cevabı için çok ciddi, çok büyük bir siyasi savaş yaşanıyor.
Dikkat edecek olursanız, hakikatin tekelini eline almak isteyenler arasındaki bu mücadele en azından son 10 yıldır dünyanın dört bir yanında siyasetin başlıca konusu aslında.
İşte bu yıl Donald Trump ile Joe Biden bir kez daha ABD Başkanı olmak için yarışacak. Aralarındaki yarışın konusu tam olarak bu: Benim savunduğum hakikat senin hakikatinden daha kıymetli ve faydalı, seninkisi ise faydasız, hatta zararlı…
Baktığınızda Türkiye’deki siyasi mücadele de bu, iki hafta sonra seçime gidecek Birleşik Krallıktaki mücadele de…
Mücadelenin varlığı bile savaşı kaybetme belirtisi
Fakat bu büyük siyasi mücadelelerin yapılıyor olması bile aslında insanlığın yaşadığı devasa bir gerilemenin sonucu. Evet, elbette ‘hakikat’ öteden beri birden fazlaydı ama hakikatlerden biri ‘hakim hakikat’ti; bugün öyle değil, rakip hakikatler birbirine eşit muamele görüyor.
Bu eşitlik halini, geçmişte çok daha az kişinin aralarında konuştuğu ‘marjinal hakikat’lerin bugün sanki ana akım haline gelmesini işte insanlığın bilgisini arttıran dev bir olumlu proje olarak gördüğümüz internete borçluyuz.
Belki eskiden de dünyanın düz olduğuna inanan üç-beş kişi vardı dünyada ama onlar ortaya çıkıp bunu söylemeye bile cesaret edemezdi; bugün yüzbinlerce taraftarı olan bir görüşe dönüştü bu düz dünyacılık.
Bunu da internete, internetin arama motorlarına ve sosyal medya araçlarına borçluyuz.
Google isterse insanı zengin de eder fakir de…
Google’ın arama motoru, çoğumuz üzerinde bile durmuyoruz ama aslında çok büyük bir güç oluşturuyor. Bu öyle bir güç ki canı istediğinde birini vezir de yapabiliyor, yerin dibine de sokabiliyor.
Daha bu sabah bir örneğini okudum. HouseFresh.com adlı bir site var. Siteyi Gisele Navarro adlı bir kadın ve kocası 2020 yılında kurmuş. Yaptıkları, ev tipi hava temizleyici cihazları alıp denemek ve iyisini kötüsünden ayırıp onları tanıtmak. Google o sırada ‘orijinal içerik’i desteklemeye karar vermiş algoritmasında; bu sayede HouseFresh, ilgili bütün Google aramalarında en üstte çıkmaya başlamış. Bu siteye trafik ve tabii kazanç getirmiş; Navarro çifti bunun üzerine işe eleman almışlar, kadrolarını ve içeriklerini geliştirmek istemişler.
Ama derken Google hiçbir açıklama yapmadan geçen yıl eylül ayında algoritmasını değiştirdi. Ardından bu yılın mart ayında bir daha değiştirdi. Bir zamanlar ayda 500 bin ziyaretçinin geldiği HouseFresh.Com‘a artık ayda sadece 70-80 bin kişi geliyor.
Google’ın algoritma değişikliklerinin beş ayrı web sitesi üstündeki etkilerine ilişkin bu grafiğe bakın bir yandan. Google durduk yerde bir işi büyütebiliyor, sonra da o işi tamamen batırabiliyor.
Google bir insan veya kurum değil, bir makine
Geçen haftaki yazımda bu algoritmaların arkasındaki SEO meselesini anlatmıştım, tekrar etmeyeceğim. Burada, o yazıya itiraz eden arkadaşım sayesinde aklıma yeni gelen bir konuya değineceğim esas:
Peki ama canının istediğini parlatıp yükselten canının istemediğini batıran Google ne? Evet, elbette devasa bir şirket, bir kurum. Ama soğanın kabuğunu kademe kademe soyduğunuzda merkezde bir makine kalıyor.
Bu siteleri yükselten de, sonra yerin dibine sokan da bir makine. Savaş veya mücadele bu makineye karşı.
Ve baktığınızda bu savaş yeni, sadece bugüne özgü bir savaş değil. Aslında 20 yıldan fazla zamandır devam ediyor. Bir yanda insanlar ve insanlık var, bir yanda ise bu makineler.
Çünkü Google yegane makine değil.
Örneğin Twitter algoritmasını değiştirdi diye Amerika’da bir kısmı son derece saygın onlarca haber sitesi batmanın eşiğinde bugün.
Facebook’un davranışları, benzer şekilde milyonlarca içerik üreticisini etkiledi.
Geçimini YouTube’dan, TikTok’tan, Instagram’dan kazanan milyonlarca insan var dünyada, ama onların hayatı da bir makineye bağlı. Makine karar değiştirirse hepsi aç kalabilir.
Makinelerle savaş epeydir devam ediyor ve kaybettik bile
Örneğin ben yıllardır Instagram algoritmasıyla kendi çapımda savaş halindeyim; neye ‘like’ vereceğime çok dikkat ediyorum, çünkü önümdeki akışın değişmemesini sağlamak istiyorum. Ve tabii ki bu savaşı kaybediyorum.
Buna karşılık mesela Netflix algoritmasıyla mümkün olduğunca işbirliği içinde kalmaya, kendimi algoritmaya daha iyi tanıtmaya uğraşıyorum. Çünkü o sayede daha çok beğeneceğim içeriğin ana ekranıma düşeceğini umuyorum.
Amacım ve hedefim ne olursa olsun durum değişmiyor: Makinelerle savaş veya mücadele halindeyim; hepimiz öyleyiz istemesek de.
Ve korkarım insanlık makinelere karşı savaşını kaybetmenin eşiğinde veya belki çoktan kaybetti de farkında değil.
Robotların gelip hepimizi öldürmesini beklemeye gerek yok anlayacağınız, belki de onların bizi öldürmesine de gerek yok. Baksanıza, makinelerin sadece 20-30 yılda yarattığı insanlık pek yakında birbirinin boğazına sarılacak zaten.
O yüzden, dönüp Barack Obama’nın önce haklarını satın alıp sonra da yapımcısı olduğu filmi, Dünyayı Ardında Bırak’ı yeniden izlemek fena bir fikir olmayabilir. İnsanın kendi kendini yok etme kapasitesi hakkında düşünmekte fayda var.