02-06-2024
İsmet Berkan

Hiç merak ettiniz mi, insan nasıl görüyor ve aslında neyi görüyor?

Hiç merak ettiniz mi, insan nasıl görüyor ve aslında neyi görüyor?

Tarihi kayıtlara bakacak olursak ilk fark eden ve söyleyen Galileo Galilei olmuş, ‘Doğada renk yoktur’ demişti, ‘Renkler beynimizin algıladığıdır.’

Aslında onun bu sonuca ulaşması son derece şaşırtıcı; çünkü o zaman bizim ışık dediğimiz ve görmemizi sağlayan şeyin elektromanyetik radyasyon olduğu henüz bilinmiyordu.

Işığı bize foton adı verilen atom altı parçacıklar taşır. Bu parçacıklar evet parçacıktır ama aynı zamanda dalga gibi de hareket ederler. Bu sayede ışığı biz gerekli aletler yardımıyla dalga boylarına ayırabiliriz.

Ama o aletlerden önce beynimiz ışığı dalga boylarına ayırır; işte biz ‘renk’leri böyle görürüz. Gördüğümüz şey o nesnenin rengi değildir, nesneden yansıyan ışığın dalga boyudur aslında.

Dalga boyu hayalde canlandırması kolay bir kavram. Denizdeki dalgalar nasıl art arda geliyorsa ışık veya elektromanyetik radyasyon da öyle dalga dalga geliyor. İki dalga arasındaki mesafe çok kısaysa (ki elektromanyetik spektrumda baktığınızda gerçekten çok çok kısa mesafelerden söz ediyoruz başlangıçta) o dalganın boyuna ‘kısa’ diyoruz. 

Örneğin kozmik ışınların dalga boyları 1 metrenin milyarda biri anlamına gelen 1 nanometrenin de milyonda 1’i kadar. Onları dalga boyu 0,0005 nanometre olan gamma ışınları izliyor.

Spektrumun öteki ucunda radyo dalgaları var. Evet bildiğimiz radyo dalgaları. Bunların dalga boyları 1 metreden başlıyor, 100 kilometreye kadar uzanıyor. Düşünün iki dalga arasında 100 km var!

Bizim dış dünyayla ilişkimizi sağlayan başlıca organımız olan gözlerimiz ve beynimiz işte bu spektrumun arasında, aslında dar kabul edilmesi gereken bir aralıktaki ışığı algılayıp işleyebiliyor. Gözlerimizle gördüğümüz, beynimizle de işleyip algıladığımız ışık bu spektrumun kabaca 390 nanometre ile 750 nanometre arasındaki bölümüne hakim, spektrumun geri kalanını doğrudan göremiyoruz.

390 nm’den daha kısa dalga boylarına sahip olan bölüm mor ötesi ile başlıyor, X ışını, Gama ışını diye devam ederek küçülüyor.

Öteki taraf, yani 750 nm’den daha büyük dalga boyları ise ‘kızıl ötesi’ diye başlıyor, radyo dalgalarına kadar varıyor.

Biraz düşününce doğrudan çıkarsamak da mümkün ama ben de hatırlatayım: Elektromanyetik radyasyonun dalga boyunun küçük olması bize onun çok yüksek enerji içerdiğini söyler; dalga boyu büyüdükçe enerjisi de azalır.

Az önce söyledim ya spektrumun geri kalanını göremiyoruz diye, bir an için hayal edin, eğer görebilseydik, etrafımızda uçuşan ve cep telefonlarımızdan TV’lerimizi çalıştırana ve WiFi’ya kadar radyo dalgalarından ve güneşten gelen mor ötesi ışınlardan kendimizi alamazdık. Nükleer santrala girerken radyasyonu gözlerimizde görebileceğimiz için yanımızda Geiger sayacı bulundurmaya gerek olmazdı.

Spektrumu görme konusunda en üstün canlı insan değil. Çoğu yılan ve sürüngen, bazı köpekler kızıl ötesi de görebilir. Bu sayede çevrelerindeki ısı farklarını gözleriyle ‘görürler’ (Burada sokak köpekleri tartışmasına bir ukalalık katkısı: Sokak köpeği, karşısındakinin korktuğunu hissettiğinde tehdit algılar ve bu yüzden saldırganlaşabilir. Korkuyu da, karşısındakinin vücut ısısının artmasından hisseder. Tabii burada ‘hissetmek’ lafın gelişi, köpek bizim ondan korktuğumuzu gözleriyle görür).

Buna karşılık bazı kuşlar mor ötesini de görür. Göç yollarını izlerken dünyanın manyetik alanından yararlanmalarını buna bağlayan kuvvetli bir teori var.

Bildiğimiz kadarıyla dünya üzerinde en üstün görüşe sahip olan canlı, mantis karidesi adlı karides türü. Onların hem gördüğü spektrum daha geniş hem de görüntü işleme kapasiteleri daha yüksek.

Albert Einstein çocukken oynadığı bir pusuladan çok etkilendiğini, fiziğe merak sarmasında bu pusulanın önemli rolü olduğunu söyler. Biliyorsunuz pusula iğnesi mıknatıslıdır ve dünyanın manyetik kutbunu gösterir. Einstein pusulaya baktığında çocuk haliyle, ‘Demek etrafımda benim göremediğim gizli bir güç var’ diye düşünmüş. Gerçekten de öyle. Pusulayı hareket ettiren şey elektromanyetik güç alanı.

Michael Faraday ailesinin fakirliğinden ötürü ilkokulun ötesinde eğitim alamamış ama çocuk yaşta bir kitap ciltleme atölyesinde çalışırken okuduğu kitaplar sayesinde bilgi edinmiş olağanüstü bir bilim insanıydı. Hem kendi çalışkanlığı ve üstün zekası hem de şansın yardımıyla Londra’nın ünlü bilim kurumu Royal Academy’de çalışmaya başladı ve aslında son derece basit bir deneyle mıknatısların manyetik alanlarını keşfetti, dahası bu manyetik alanı görselleştirdi.

Faraday’ın matematik bilgisi yetmiyordu ama onun arkasından gelen James Clerk Maxwell bugün bile her yerde kullandığımız ünlü elektromanyetik alan denklemlerini yazdı. Ve insanın görülmeyeni görme isteği konusundaki makus talihi böylece değişti.

Buraya geri geleceğim ama insanın görülmeyeni görmeye çalışma macerasının bir kanalı daha var: Optik aygıtlar, büyüteçler, gözlükler, teleskoplar ve tabii mikroskoplar. Bunlar sayesinde insan hem çok uzağa hem de çok yakına bakmayı başardı; doğanın kendisine koyduğu görme kısıtlarını azalttı.

Bugün hala o basit mercekli teleskopları da mikroskopları da kullanmaya devam ediyoruz; çünkü işimize yarıyorlar. Ama tabii esas büyük sıçrama az önce dediğim gibi Faraday ve Maxwell sayesinde yaşandı.

Bugün hem dünya yüzeyinde hem de uzayda dev ‘radyo teleskoplar’ımız var. Bunlarla uzaya bakıyor, gözümüzün göremediği elektromanyetik spektrumu da görebiliyoruz.

Artık elektron mikroskoplarımız var, yani çok minicik dalga boylarında da ‘bakabiliyoruz.’

Doktora gittiğinizde size ‘ultrason’la bakıyor, yani ses dalgaları aracılığıyla da görüyoruz.

X ışınlarıyla çekilen röntgenleri, manyetik görüntüleme (MR) cihazını, vücudumuza zerk edilen anti madde sayesinde organlarımızın içini görüntüleyen PET Scanner’ı vs hiç söylemiyorum bile.

Biliyorsunuz, insanın farklı ‘görme biçimleri’ne son katılan, kütle çekim dalgalarını görüntüleyen LIGO adlı dev cihaz oldu. Bizim gözlerimiz için görünmez olan ama evreni ciddi biçimde etkileyen kütle çekim dalgalarını, bu dalgaların biz dahil her şeyin içinden geçerken onların boyunu uzatıp kısaltmasını gözleyerek evrenimizi daha önce hiç görmediğimiz bir biçimde daha görmeye başladık. Yakında bu cihazın çok daha hassasını uzayda kuracak insanlık.

Evet, doğa bizi görme konusunda belki fakir bırakmış ama insan o sınırı tanımamış, görünmez olanı görme konusunda devasa adımlarla ilerlemiş.

İnsanlık kanserle savaşında bir devrimin eşiğinde

İnsanlık kanserle savaşında bir devrimin eşiğinde

Bu hafta sonu İngiltere’de binlerce kanser hastasının katıldığı bir deneme başlatıldı. Denenen, kanser aşısı.

Birleşik Krallık’ın sağlık sistemi NHS’in öncülüğünde başlatılan deneme insanlığı Covid-19 salgınından kurtaran mRNA teknolojisiyle yapılıyor ve aynen o Covid aşısında olduğu gibi öncülüğü yapan biyoteknoloji şirketlerinin başında Özlem Türeci-Uğur Şahin çiftinin şirketleri BioNTech var.

mRNA teknolojisi insanın öz savunma (immün sistem) hücrelerine gen naklini mümkün kılıyor. Böylece Covid-19’da vücudun bu virüsü tanıyıp onu yok etmesi aşıyla mümkün oldu.

BioNTech ve Moderna gibi mRNA teknolojisi çalışan biyoteknoloji şirketleri aslında bu teknolojiyi kansere karşı kullanmak amacındaydı; Covid salgını onların hızlı tepki verebilmesi sayesinde bu teknoloji açısından bir fırsat yarattı.

Şimdi Covid geride kaldı, bu biyoteknoloji şirketleri de esas çalışmak istedikleri alanlara geri döndü, yani kansere karşı aşı geliştirme işine.

Aşıların birinci faz denemelerinde oldukça başarılı sonuçlar alındı. Ama tabii fareler başta olmak üzere bazı hayvanlar üzerindeki denemeler yetmez, insan üzerinde denenmesi gerekiyor bu aşıların.

Şimdi İngiltere’de NHS onbinlerce kanser hastası içinden binlerce gönüllü topladı. Bu gönüllülerin kanserli hücrelerinden DNA örnekleri alındı. Ve her biri için ayrı ayrı bireysel aşılar hazırlandı. Bu hafta sonu da aşılar uygulanmaya başlandı.

İlk denemede kolon, cilt, akciğer, pankreas, böbrek ve mesane kanseri hedef alınıyor. Denemenin diğer kanser türlerine de yayılması bekleniyor.

mRNA aşıları bireyin kanser türüne ve kanser genetiğine göre hazırlanıyor; amaç o bireyin savunma sisteminin o spesifik kanser genetiğini ve hücresini tanıması, böylece o hücreyi yok etmesi.

Kanser vücudun savunma hücrelerinden kendini gizlenmeyi, onları kandırmayı başarabildiği için yayılan ve sonunda da öldürücü olan bir hastalık. Eğer vücudun savunma sisteminin kanseri tanıması ve ona saldırması başarılabilirse kansere karşı zafer elde edileceği düşünülüyor. Bu yönde tedavilerde daha önce bazı kan kanserlerine karşı ciddi başarı elde edildi. Ama o tedaviler son derece pahalı ve zor bir yöntemle yapılıyor, hastanın kanı alınıp o kan dışarıda güçlendirilmiş savunma hücreleriyle (T Hücreleri) donatılıyor ve sonra hastaya geri veriliyordu. 

Şimdi bu yöntem ilk kez aşı yoluyla deneniyor ve kişiye özel diğer tedavilere göre daha ucuza mal olması bekleniyor.

Akciğer kanserine karşı belki de bir mucize ilacımız var

Akciğer kanserine karşı belki de bir mucize ilacımız var

Kusura bakmayın, bugün bu köşe kanser köşesi gibi oldu, sebebi Amerika’nın Chicago kentinde cuma günü başlayan ve halen devam eden American Society of Clinical Oncology (Asco) toplantısı. Bu toplantıya dünyanın dört bir yanından en son araştırma sonuçları sunuluyor, üzerinde tartışmalar yapılıyor.

Asco’nun yıllık toplantısında sunulan o araştırmalardan biri Avustralya’dan geldi ve akciğer kanserine karşı geliştirilen bir ilaçla ilgiliydi.

Akciğer kanseri dünyada en çok can alan kanser türü. Bir hesaba göre dünya üzerinde her yıl 1,8 milyon kişi akciğer kanseri yüzünden hayata erken veda ediyor.

Avustralya’nın Melburn kentindeki Peter MacCallum Cancer Centre’da yürütülen bir araştırmada akciğer kanseri hastalarına ‘lorlatinib’ adlı bir ilaç verildi. İlacı alan hastaların yüzde 60’ı ilacı aldıktan beş yıl sonra hayattaydı ve hastalıkları ilerlememişti. İlacı alan hastaların bazılarının kanseri bir hayli ileri aşamadaydı, beynine bile metastaz yapmış olanlar vardı.

Beş yıl boyunca hayatta kalmak ve kanserin ilerlemememiş olması bu alanda bir rekor. Çünkü kanseri o aşamada olan hastaların tamamı çok daha kısa süre hayatta kalabiliyor.

Bu sonuçlar ilacın 3. faz araştırmasının sonuçları. Bakalım dünyadaki ilaç otoriteleri bu sonuçları yeterli görüp ilacın kullanımına izin verecek mi?

Son kanser müjdesi kadınlara

Son kanser müjdesi kadınlara

Dünyada her yıl iki milyon kadına meme kanseri teşhisi konuyor. Her kanserde olduğu gibi meme kanserinde de erken teşhisin önemi çok büyük. O yüzden 100 milyonlarca kadın her yıl mamografi dahil bir dizi teste girerek meme kanseri olup olmadıklarını erkenden öğrenmeye çalışıyor.

Chicago’da devam eden kongrede yapılan bir açıklamaya göre artık bir kan testi sayesinde kadınlar meme kanseri olup olmadıklarını veya atlattıklarını düşündükleri meme kanserinin geri dönüp dönmediğini üç yıl önce, daha tümör bile oluşmadan öğrenebilecek.

Bu, kanser korkusu yaşayan kadınlar için çok iyi bir haber.