09-06-2024
İsmet Berkan

Gazeteciliğin büyük krizi: Dikkat çekmeyi bir türlü başaramamak, koca bir endüstriyi yok ederken

Gazeteciliğin büyük krizi: Dikkat çekmeyi bir türlü başaramamak, koca bir endüstriyi yok ederken

Herbert Simon’ın adını hiç duydunuz mu, bilmiyorum. Ben duymamıştım, üç gün önce tamamen ilgisiz bir konu için internette bilgi bulmaya çalışırken haberdar oldum böyle bir insanın varlığından.

Simon aslında son derece önemli biri. Siyaset bilimci ama bu sıfatıyla çok geniş bir alanda araştırmalar yapmış; bilime esas katkısı büyük organizasyonlarda karar alma süreçleriyle ilgili yazdığı makaleler.

Ama ilginçtir, siyaset bilimci olmasına rağmen 1975 yılında bilgisayar bilimleri alanında dünyanın en önemli ödüllerinden Turing Award’ı kazanmış. Yani aynı zamanda matematikçi. 1978’de de Nobel Ekonomi ödülü almış.

Kendisini tanıtmak için hakkında daha çok şey yazabilirim ama burada durayım, bu yazının ana konusundan çok uzaklaşmayayım (Kendisiyle ilgili Wikipedia sayfasına dileyen bakabilir).

Herbert Simon daha 1971 yılında bugün adına ‘Dikkat ekonomisi’ (Attention economy) dediğimiz bilim kategorisini yaratan insan. Şu sözleri çok çarpıcı:

‘Bilgi açısından zengin bir dünyada bilgi zenginliği başka bir şeyin kıtlığı anlamına gelir: Bilginin tükettiği şeyin kıtlığı. Bilginin ne tükettiği oldukça açıktır: Alıcılarının dikkatini tüketir. Dolayısıyla bilgi zenginliği dikkat yoksulluğuna ve bu dikkatin onu tüketebilecek bilgi kaynaklarının aşırı bolluğu arasında etkili şekilde dağıtılması ihtiyacına neden olur.’

Klasik arz talep kanununa benziyor. Ekonominin arz-talep kanunu bize aynı anda iki şey söyler: 1. Her arz kendi talebini yaratır; 2. Yeterince talep görmeyen arz zaman içinde yok olur.

İhtiyacımız bile olmayan bilgiye ulaşmak çok mu iyi bir şey?

Herbert Simon durumu 1971’de fark etmiş, biz ancak 1990’ların sonunda, ondan neredeyse 30 yıl sonra farkına varabildik; gerçekten de dünyada bilgi arzı konusunda patlama yaşanıyordu. Bu da bilginin tüketicisi olan bireylerin o bilgiye harcadıkları dikkat süresinin kısalması anlamına gelecekti.

1990’ların sonunda başlayan bilgi arzı patlaması hiç kuşkusuz internetle ve kişisel bilgisayarların yayılmasıyla bağlantılı. Ama bu arz patlaması esas olarak bugüne adına ‘akıllı telefon’ dediğimiz mobil bilgisayarların ortaya çıkmasıyla yaşandı.

Benim yaşım 60. Gençken ve yetişkinliğimin de önemli bölümünde gerçekten ihtiyaç duyduğum ve dikkatimi de ne kadar gerekiyorsa o kadar yöneltmek istediğim bilgiye ulaşmak büyük meseleydi. Oysa şimdi öyle değil; hiç ihtiyacım olmayan bilgiye bile ulaşıyorum, işin fenası sık sık Instagram’da hayatta hiç ihtiyaç duymadığım bilgileri dakikalarca tüketirken yakalıyorum kendimi.

Sosyal medya denen icat, yani işte Facebook, Twitter, Instagram, YouTube, SnapChat, TikTok ve daha adını sayamayacağım onlarca uygulama tam da bundan para kazanıyor: Bizim dikkatimizi çekmekten. Bu uygulamalarda ne kadar çok vakit geçirirsek onlar o kadar çok para kazanıyor. 

Daha da ilginci şu: Bu uygulamalar aslında bizim dikkatimizi çekmek için tek satır bile içerik yaratmıyor, dikkat ekonomisinden para kazanmak isteyen bir şirket için olabilecek en büyük maliyet kalemine 0 lira harcıyorlar; çünkü içeriği de bizler üretiyoruz, karşılığında beş kuruş para beklemeden. Yani üreticisi de tüketicisi de biziz, ama parayı bu sayede devleşmiş başkaları kazanıyor.

Bilginin fiyatı sıfır liraya düşünce düz dünya bile ‘bilgi’ oldu

Benim ve başka milyarlarca kişinin sosyal medyada aslında kısıtlı bir kaynak olan dikkat sürelerini böyle har vurup harman savurmasının sebebi bilgi arzının patlamasıyla birlikte bilgiye erişimin fiyatının da çok düşmesi, neredeyse bedavaya inmesi.

Dikkat ekonomisi açısından bakıldığında ‘bilgi’ dediğimiz şey 0 ve 1’lerden ibaret. İçeriğinin, bilginin ‘doğru’ olup olmamasının bir önemi yok. Bilgiye erişimin bedava olmasıyla birlikte 30 yıl önce ‘Dünya düzdür’ diyen bir bilgiye ilgi çekmek mümkün değilken bugün dünya üstünde yüzbinlerce kişi her gün dikkatini bu bilgiye yöneltiyor.

En uç örneklerden biri diye düz dünyacıları söyledim, yoksa düne kadar beş kuruş para ödenmeyen ama bugün ‘bilgi’ kabul edilen böyle o kadar çok şey var ki, saymaya yerim yetmez.

Tekrar Herbert Simon’un az önce alıntıladığım sözlerine döneyim. Şöyle diyordu Simon: ‘Dolayısıyla bilgi zenginliği dikkat yoksulluğuna ve bu dikkatin onu tüketebilecek bilgi kaynaklarının aşırı bolluğu arasında etkili şekilde dağıtılması ihtiyacına neden olur.’

Nereye gitti o 45 dakika gazete okuyanlar?

30 yıl önce bu ‘etkili dağılım’a yardımcı olan ‘aktarma organları’nın (İngilizcesi ‘medium’dan ‘media’, Türkçesi ise eskiden ‘mecra’ydı, artık nedense medya) başlıcası günlük gazetelerdi.

80’li ve 90’lı yıllarda reklam verenler bazı dev medya araştırmaları (TİAK ve BİAK) yapardı, bu araştırmalarda gazetelerin okurun elinde durduğu ortalama süre ölçülmeye çalışılırdı ve bu süre hiçbir gazete için 30 dakikanın altına düşmezdi, bazı gazeteler 45 dakikayı, bir saati aşardı. Oysa bugün aynı gazetelerin web sitelerinde kullanıcının geçirdiği ortalama sürenin 10 dakikayı bulması bile büyük hayal.

Aynı sorun sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanında yaşanıyor. Geçmişte en büyük yazılı basın endüstrisine sahip ülke olan Amerika’da bugünlerde yaşanan bir örnek bu dikkat ekonomisinden pay kapma yarışında yaşanan çok çarpıcı şeyleri gözler önüne seriyor.

Washington Post’taki kavganın arka planı

Olay şu: Bir zamanların Watergate Skandalını ortaya çıkaran, Pentagon Papers skandalında kendi hükümetiyle kavgayı göze alan dev gazetesi The Washington Post çok uzun zamandan beri ciddi okur kaybı ve dolayısıyla ekonomik kayıpla karşı karşıya.

Gazetelerin kağıttan okunduğu kadar, hatta daha çok mobil cihazlardan okunmaya başlaması dünya gazetecilik endüstrisinde ciddi uyum sorunları yarattı. Gazetelerin dijitalde okunmak için okuyucularından para istemeye başlaması çok geç akla geldi, bunda başarılı olanların sayısı hala çok sınırlı (Evet her yerde gazeteler battı, kapandı, on binlerce gazeteci işsiz kaldı. Türkiye istisna değil). The Washington Post bu yarışta geç kaldı, ayrıca gazeteyi de içerik olarak yerel gazete olmaktan çıkartıp ulusal, hatta küresel bir gazeteye çevirmek konusunda da çok geride kaldı.

O yüzden el değiştirdi, son olarak Amazon’un patronu Jeff Bezos sanırım bir çeşit yardımseverlik/kadirşinaslık projesi olarak gazeteyi satın aldı. The Washington Post (WP) sadece geçen yıl 77 milyon dolar zarar etti.

Patronunuz yüz milyarlarca dolarlık servetiyle dünyanın en zengin insanı bile olsa 77 milyon dolar zarara katlanmaz. Bunun üzerine gazetenin başına CEO olarak (Genel Yayın Müdürü olarak değil!) İngiltere’den ithal bir isim getirildi: William Lewis.

Dedikodunun bini bir para ama esas mesele dikkat ekonomisi

Aslında başarılı bir gazete yöneticisi olan ama artık işin yayın kısmıyla değil yönetim kısmıyla ilgilenen Lewis gelir gelmez kolları sıvadı, gazetenin zararını azaltmak ve okur sayısını arttırmak için projeler geliştirmeye başladı. Bu projelerden biri gazetenin sosyal medya haberciliği için özel ekip kurmaktı. Yani CEO olarak yayına hiç karışmaması gereken Lewis aslında yayınla ilgili proje geliştiriyordu (Bunlar kaçınılmaz şeyler, benzer olaylar The New York Times’ta da yaşandı, hala daha yaşanıyor).

Derken geçen hafta WP’nin genel yayın yönetmeni Sally Buzbee işi bırakıverdi. Tam olarak neden ayrıldığını bilmiyoruz, Buzbee hiçbir açıklama yapmıyor, tabii sebebini William Lewis de söylemiyor.

Bu tuhaf ve beklenmedik ayrılığın üstüne Lewis ABD seçimlerinin yapılacağı kasım ayına kadar The Wall Street Journal’dan Matt Murray’i geçici GYY olarak atadı, kasımdan sonra onun yerine de İngiltere’den ithal bir başka editör gelecek, The Daily Telegraph’dan Robert Winnett göreve başlayacak.

WP’deki bu iç karışıklık Amerikan medyasında da, İngiliz medyasında da çok sayıda haberin art arda çıkmasına neden oldu ama bu haberler içinde en ilginci dün The New York Times’ta yayınlandı. NYT Amerikan medyasında giderek artan İngiltere kökenli yöneticilere dikkat çekiyordu.

Amacım Amerikan medya dedikoduları aktarmak değil, bütün bu dedikoduların içinde yaşandığı genel konsepti anlatmak. O konsept dikkat ekonomisiyle bire bir bağlantılı.

Yeni düzenin kazananları kaybedenleri

Baktığınızda internet çağına en hızlı uyum sağlayan Amerikan gazeteleri olan The Wall Street Journal ve The New York Times son 30 yılda okur sayılarını 10 kattan fazla, gelirlerini ise 12-15 kat arttırmışken bu konuda uyum sağlamakta geç kalan The Washington Post sadece son dört yılda yarı yarıya okur kaybetti, gelirleri uzun zamandır giderlerini karşılayamıyor.

Bütün mesele okurun dikkatini mümkün olduğunca uzun süre üstünüze çekmekle ilgili.

Baktığınızda bir endüstri olarak gazetecilik büyük çıkmazda ve neredeyse yok olmanın eşiğinde. Buna karşılık bazı çok ama çok başarılı örnekler de var dikkat ekonomisinden kazançlı çıkmaya başlayan; endüstrinin geleceğine de onlar yön verebilir.

Biz 10Haber’de o başarılı örneklerin ayak izlerinden gidiyoruz. Kaliteli ve sadece siyasetten oluşmayan zengin bir içerikle okurumuzun dikkatini çekmeye, onun bizde daha fazla zaman geçirmesini ve bunu da para ödeyerek yapmasını sağlamaya çalışıyoruz.

Başka türlü ne dünyada ne Türkiye’de ayakta kalmak ve gazetecilik yapmak mümkün.

Sonunda kazanacak olan doğru haber ve kaliteli özgün içeriktir

Sonunda kazanacak olan doğru haber ve kaliteli özgün içeriktir

Bugün adına ‘medya’ diyoruz, eskiden Arapça kökten gelen ‘Mecra’ kelimesini kullanırdık.

Mecra esas olarak akarsu yatağı anlamına gelir. Yayıncılık faaliyetleri için ‘mecra’ tabirinin kullanılması yayının hangi formda ve pakette okuyucuya/izleyiciye aktarıldığı konusunda en genel düzlemi anlatır.

Benzer bir kelimeyi Kanadalı iletişim bilimci Marshall McLuhan da bulmuştu, meşhur kitabının adı ‘Medium is the Message’ idi. Yani o bizim mecra kelimemizle hemen aynı anlama gelmek üzere ‘medium’u tercih etmişti.

‘Medium’ da herhangi bir şeyin üstürnde taşındığı soyut zemin anlamına geliyor.

Bugün yaygın kullandığımız ‘medya’ kelimesinin kökü bu.

Eskiyle kıyaslayacak olursak eskiden kağıda basılı gazetelerdi ‘mecra’mız, bugün kağıt yok, elektronik ortamda aktarıyoruz yazdıklarımızı. Mecramız internet. Veya biz internet mecrasıyız.

Ama internette sadece gazeteler ve gazeteciler ‘gazetecilik’ yapmıyor.

Belli bir ideoloji veya konunun aktivistlerinden (‘eylemci’ demek istiyorum ama dil değişti diye diyemiyorum) düpedüz trollere, bilgiyi doğru ve dengeli aktarmak gibi hiçbir kaygısı olmayanlardan sade vatandaşlara, sade vatandaş kılığındaki haber manipülatörlerinden şakacılara kadar bin bir çeşit insan gazetecilik benzeri içerikler üretiyor.

Bunca içerik ve bilgi bombardımanı altında bir yandan ana yazıda yazdığım gibi klasik gazetelerin okur ilgisinden (dikkatinden) aldığı süreler çok ama çok kısalıyor, bir yandan da dünyanın dört bir yanında ‘doğru’, ‘dengeli’ (bunu objektif karşılığı kullanıyorum), ‘zamanında’ ve ‘kaliteli’ içeriğe ihtiyacın arttığından söz ediliyor.

Hakkıyla yapılmak istendiğinde gazetecilik bir hayli yüksek maliyetli bir iş. Bu yüksek maliyetleri karşılamak kağıda basılı gazete/dergi döneminde bugünkünden daha kolaydı. Tüketim ekonomisinin reklamları kağıdın finansmanında önemli rol oynuyordu. Ayrıca hatırlayın, gazete ve dergileri de ücreti karşılığı okuyordu okur.

Oysa bugün hem o reklamların miktarı azaldı, hem reklam verenin reklam yayınlatmak için ödediği para düştü. Sadece bu değil: Bilgi edinmek, habere erişmek için para ödeme alışkanlığı da ortadan kayboldu.

Ancak dünyada ‘doğru’-‘dengeli’-‘zamanında’-‘kaliteli’ içeriğe olan ihtiyaç hiçbir zaman yok olmayacak, hatta günümüz internetinde bu ihtiyaç geçmişe göre çok daha büyük.

O yüzden benim kişisel olarak 10Haber gibi yapan, yani gazetecilik yapabilmek için okurundan para isteyen sitelerin kalıcı olacağından, bu sektörün geleceğini onların temsil ettiğinden hiç kuşkum yok.