Bir şeyi bildiğinizi nereden biliyorsunuz?
İstanbul’daki Üsküdar Üniversitesi’nde geçen hafta bir ‘Yaradılış Kongresi’ daha yapıldı. ‘Daha’ diyorum, çünkü bu yılki toplantı üniversitenin aynı isimle düzenlediği yedinci toplantı oldu. Toplantı sonrasında da Charles Darwin’in meşhur evrim teorisinin bilimsel olmadığını, bilimin evrenin ve canlı hayatın bir yaratıcı tarafından tasarlandığını kanıtladığı öne sürüldü.
Toplantı sonrası yayınlanan bildiriyi dikkatle okudum. Bildiride ‘İnsanlık tarihinin en temel felsefi ve bilimsel sorusu evrenin ilk varoluşunun neden ve nasıl olduğu ve hayatın neden ve nasıl başladığıdır. Bu hususta bilinen iki görüş vardır:1. Tesadüfe dayalı varoluş; 2. Bilinçli Tasarıma dayalı varoluş’ deniyor ve hemen ardından felsefi bir akıl yürütme yöntemi olan ‘Reductio ad absurdum’ (olmayana ergi) kullanılarak, bu savlardan birinin geçersizliği ispatlanırsa diğerinin geçerli olacağının otomatik olarak ispatlanacağı öne sürülüyor.
Ardından bildiri ‘tesadüfe dayalı varoluş’ olarak isimlendirdiği teoriyi yanlışladığını iddia eden tezlerle devam ediyor, böylece ‘bilinçli tasarım’ kanıtlanmış oluyor.
Bana soracak olursanız bu bildirinin kendine ‘üniversite’ diyen bir yerde yayınlanmış olması içeriğinden bağımsız olarak sırf bildirinin felsefi seviyesi bakımından bile utanç verici. O üniversitedeki felsefe ve mantık hocaları böyle bir metin yazan öğrencilerine sınıf geçirmezdi herhalde.
Sıfatı profesör bile olsa insanların felsefenin temeli kabul edilmesi gereken bir konuda bu kadar kolay hataya düşebilmesi benim hep ilgimi çekti. Elbette bir toplumda herkesin felsefe eğitimi almasını ve bu disiplini tamamen kavramış olmasını bekleyemeyiz. Ama hepimiz gündelik hayatımızda akıl yürütürken doğası ve kuralları bu disiplin tarafından incelenmiş alanda yaparız yaptığımızı. Bakkalda ‘Acaba baldo pirinç mi almalıyım, Osmancık mı’ diye düşünürken bile, farkında olalım olmayalım, felsefenin araçlarını kullanırız.
Diyelim ki ‘Baldo’ alacaksınız, onun Osmancık’tan daha iyi olduğunu nereden biliyorsunuz?
Buradan başlıktaki soruya geliyoruz, herkesin her an kendisine sorması gereken bir şey bu: Bir şeyi bildiğimi nereden biliyorum?
Bu soru ilk günden beri insanın kendisine sorduğu bir sorudur.
Batı felsefesi geleneğinde bu konuyla ilgilendiğini bildiğimiz ilk filozoflardan biri eski Yunan’ın meşhur Platon’uydu. Ona göre bilginin iki kaynağı vardı: Gördüklerimiz ve aklımızla kavrayabildiklerimiz.
Ama Plato’ya göre gördüklerimiz hem ‘ideal’ değildi, hem de bu duyu organımız bizi yanıltabilirdi. O yüzden aklımızla kavrayabildiğimiz, çıkarsama sonucunda oluşturduğumuz bilgi daha değerliydi.
Aristo ise Plato gibi düşünmüyordu. Ona göre gerçek bilgi gözlemlerden oluşan bilgiydi. Aristo’nun kurucusu kabul edildiği ‘Ampirizm’ adı verilen ve gözlemleri esas alan bu düşünce akımı bugün bile etkisini gösteren bir akım.
Tabii, bilginin kaynağını başka yerlerde ve yöntemlerde arayanlar da vardı. En ünlü örnek ‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ sözüyle bildiğimiz Descartes.
Descartes duyu organlarımıza da, gözlemlerimize de güvenmiyor, şüphe duyuyordu. Soğanı kabuk kabuk soyar gibi merkeze indi ve gerçekliğinden emin olabileceği tek şeyin kendi varlığı olduğunu gördü. ‘Şüphe ediyorum, öyleyse varım. Dolayısıyla düşünüyorum, o halde varım’ dedi.
Galileo Galilei deney yapıyordu, aklıyla düşündüğünün gerçeğe uygun olup olmadığını deneyerek görme yanlısıydı.
Galileo bilgi, özellikle de bilimsel bilgi üretiminde matematiği araç olarak kullanıyordu. Onu Sir Isaac Newton izledi. Newton hem deney yapıyor, hem de matematiksel akıl yürütme yöntemlerini kullanıyordu. Bu sayede gezegenlerin hareketlerini kanıtladı. Onun matematiksel kanıtlarıyla gözlemlerimiz birbirini tuttu.
Adına ‘bilimsel düşünce devrimi’ denen, insanlığı bugün geldiği müthiş noktaya getiren ve aslında bugün hala devam eden şeyin temelinde işte bu soru var: Bir şeyi bildiğimi nereden biliyorum?
Felsefenin hem temelini, hem de oldukça geniş bir alanını içeren işte bu soru ve yanıtlarını özetlemeye kalkışmak bu köşe yazısının sınırlarını çok aşar.
Ama şunu söylememe izin verin: Bir şeyi bildiğimi nereden biliyorum sorusunun mutlak cevabını bugün de aslında bulmuş değiliz; bilim felsefecileri ve felsefenin ‘epistemoloji’ adı verilen dalında çalışanlar arasında kuvvetli bir tartışma var.
Bu söylediğimi yanlış anlamayın, ‘Sorunun cevabını bilmiyoruz, dolayısıyla aslında bilgi de yok’ sanmayın. Sadece mesele şu: Bugün bilimsel bilginin ne olduğu veya olmadığı konusunda yaptığımız tartışmalar bırakın iki bin yıl öncesini, 100 yıl önceye göre bile çok farklı.
Örneğin artık bir deneyin sonucu için ‘6 Sigma güvenirlik düzeyinde’ diyebiliyoruz. Bu ne demek? Aynı deneyi 3,4 milyon kez tekrarlasanız yine aynı sonucu alacak istatistiki güvenirlik seviyesi demek. Bu da kabaca yüzde 99,999660 güvenilirlik anlamına geliyor. Ama dikkat edin, yüzde 100 değil!
Şimdi deneysel bilginin minik bir olasılık bile olsa değişebildiği bir evrende bir şeyi bildiğimizi nasıl bilebiliriz?
Ancak ve ancak bir şeyi eksik biliyor olabileceğimizi peşinen kabul ederek! Kendimizden hiçbir zaman tam olarak emin olmayarak.
Yazının en başındaki konuya geri dönelim.
Madem ki Üsküdar Üniversitesi’nden yayınlanan bildiri bilimsel akıl yürütme yöntemlerini kullanıyor, bir temel hatırlatma yapayım:
Bilimle ‘sözde bilim’i birbirinden nasıl ayıracağımız konusunda da canlı bir tartışma var, bu ayrımı yapma konusunda ortaya atılan en etkili görüşlerden biri ‘bilim’ olanın kendi içinde yanlışlanma ihtimali barındırdığını söyler.
Yani bilimsel teoriler aynı yöntemler kullanılarak ve yeni kanıtlara ulaşarak yanlışlanma ihtimalini de içinde barındırır.
Darwin’in evrim teorisi veya Albert Einstein’ın genel görelilik teorisinin matematiğinden hareketle sahip olduğumuz ‘Büyük Patlama’ teorisi, adı üstünde teoridir; çünkü ikisini de zamanda geri dönüp mutlak anlamda (yüzde 100) kanıtlama olanağımız yok. Ama bugüne kadar elimizde olan kanıtlar ve gözlemlerimiz bu iki teorinin doğru olmaya daha yakın olduğunu söylüyor. Yarın ortaya başka bir kanıt çıkarsa her iki teori de çöpe gidebilir, yerlerine de yenisi gelebilir, ortada bir engel yok.
Buna karşılık bir akıllı tasarımcının evreni başından itibaren tasarladığı, insanı insan, sineği sinek, yılanı yılan, örümceği örümcek olarak tasarlayıp yarattığına dair görüş, içerdiği mantık gereği içinde yanlışlanma potansiyeli barındırmaz. ‘Hayır, bir akıllı tasarımcı yoktur’ bilgisine kimse sahip olamaz; çünkü ‘Evet, bir akıllı tasarımcı vardır’ bilgisine de kimse sahip olamaz.
‘Bütün bunlar olsa olsa bir akıllı tasarımcının işidir’ demekse ne kadar akıl yürütme biçimidir, tartışılır.
Söz konusu görüşün merkezinde yer alan ‘Bir akıllı tasarımcı vardır’ önermesine ‘aksiyom’ veya ‘belit’ adı veriliyor. Bunlar mantık biliminde ‘kanıtlanmayı gerektirmeyecek kadar açık ilke’ anlamına geliyor.
Örneğin Öklid meşhur geometrisini böyle ‘kanıtlanmayı gerektirmeyecek kadar açık ilke’ niteliğindeki bir dizi aksiyomun üstüne kurmuştu. Ama bu aksiyomlardan biri insanların aklına o kadar da yatmıyordu. Bu, bir düzlemde çizilecek bir paralelin sonsuza kadar paralel kalacağıyla ilgili aksiyomdu.
19. yüzyılda bu aksiyomun yanlış olabileceği varsayımı bize uzay geometrisini, topografya bilimini verdi. Artık hepimiz İstanbul’dan kalkıp New York’a giden bir uçağın izleyeceği en kısa rotanın dümdüz bir çizgi değil Kuzey Kutbu’na doğru tırmanan bir parabol olduğunu biliyoruz. Bu sayede.
Normalde lise felsefe dersinde yazan öğrencinin sınıfta kalmasına neden olacak Üsküdar Üniversitesi bildirisini belki de fazla ciddiye aldım. Ama bu cehalettir bizi bu hallere düşüren.
Eğer gerçekten bir ‘akıllı tasarımcı’ varsa, o aklı bu bildiriyi yazanlardan neden esirgemiş acaba?