07-06-2025
İsmet Berkan

Trafik radarlarına olan tepki neden acaba?

Trafik radarlarına olan tepki neden acaba?

Yapmayı çok sevdiğim şeylerden biri otomobille tek başıma uzun yola çıkmak.

Arabada kimse olmayınca bağıra bağıra şarkı söylemek de, uzun ve bazen sıkıcı yolda giderken kafanın içini boşaltmak da benim kendime göre keyiflerim.

Mayıs ayı başında, bu sefer yalnız değil üç arkadaş İstanbul’dan Bodrum’a otomobille geldik, birkaç gün kalıp geri döndük.

O yolculuk sırasında fark ettim, Emniyet Genel Müdürlüğü İstanbul-Bodrum arasını sabit radarlarla donatmıştı.

Bu benim için büyük bir sorun değil; çünkü benim otomobilim zaten hızlı gidebilen bir araç değil. Genellikle otoyolda aracımı 110 km sabit hıza koyuyorum, öyle en sağ şeritten sakin sakin geliyorum. Duble yollara çıktığımda zaten yolun asfalt kalitesi çoğu zaman 100’le bile gitmeye engel, orada da hızımı 90 km’nin altına indiriyorum, oluyor bitiyor.

İstanbul-Bodrum arası daha evimin önünde navigasyonu açtığımda 7 saat 40 dakika gösteriyor. Bizim evin önünden Bodrum’daki varış noktam kabaca 710 km. Demek navigasyon cihazı bütün bu yol için ortalama 92 km gibi bir hızı tutturacağımı varsayıyor ama bu uzunlukta bir yolda bu ortalama hızı tutturmak hiç kolay değil.

Ortalama hız 92 değil de 100 olsa yolculuk süreniz 460 dakikadan (7 saat 40 dakikadan) 430 dakikaya iniyor sadece. Kaldı ki, spor araçlar için bile 710 km’lik yolda ortalama 100’ü tutturmak ciddi risk almayı gerektiriyor.

Sebebini de söyleyeyim: Siz isterseniz otoyolda bütün kuralları ihlal edip 180’le gelin hiç fark etmez, hem İstanbul’dan çıkarken ve İzmir’den geçerken trafiğe giriyorsunuz, hiç durmasanız bile hızınızı yer yer 30-40’a kadar düşürmek zorunda kalıyorsunuz hem de otoyol bittiğinde kaçınılmaz biçimde bazı trafik ışıklarında duruyorsunuz. İşte bu duruşlar sizin 180’le gidişlerinizi birden anlamsız hale getiriyor, ortalama hızınızı çok aşağılara çekiyor.

Kaldı ki insanın ne kadar acelesi olabilir Bodrum’a gitmek veya dönmek için? 30 dakika kazanacağım diye canınızı tehlikeye atıyor, sonra bir mola yerinde 40 dakika yemek yiyorsunuz veya Bodrum girişinde, İstanbul girişinde sıkışık trafiğe yakalanıyorsunuz.

Eskiden çok hızlı otomobil kullanmayı marifet sanan biri olarak yazıyorum bunları. Kazanacağınızı sandığınız birkaç dakika yerine yola, etrafa ve kafanızın içini boşaltmaya odaklanmak bence çok daha iyi.

Ama tabii hız sınırını aşmasanız bile radarlara yine de dikkat etmekte fayda var. Çünkü kazayla yerseniz artık epey can yakıyor cezalar.

Dediğim gibi ben yol boyu radarları Mayıs ayı başında fark ettim, zaten fark etmemeye imkan yok, her yerde gayet görünür durumda bunlar. Ama çoğunluk bu bayram öncesinde bu kontrollerin farkına vardı, günlerdir bitmeyen bir tartışması var radarların.

Aslında, yazmaya çalıştım, bizim otoyollarımızda ve duble yollarımızda artık sürat sınırları öyle eskisi gibi düşük filan değil. Bazıları itiraz ediyor, ansızın sürat sınırı 70’e veya 50’ye düşüyor diye, oralarda radar yok ama bu sınırların düşmesinin de hep makul gerekçeleri var. Örneğin Bafa gölünün yanından geçerken birkaç köyün içinden geçiyor yol. Meskun mahalde en büyük risk yayaya veya traktöre çarpmak. Aman dikkat!

Gelen eleştirilerden biri şu: ‘Devlet vatandaşına tuzak kurar mı?’

Doğrudur, kurmaz ve kuramaz. Zaten bu konu Yargıtay kararlarıyla da sabit olduğu için, gerek sabit gerekse mobil radarların varlığı konusunda aslında hep uyarı tabelaları var, onları gözden kaçırmamak lazım. Tabelayı gördüğünüzde eğer hızınız yolun izin verdiğinden fazlaysa ayağınızı gazdan çekin.

Bu aceleye hiç gerek yok aslında.

Yalnızsanız güzel bir müzik veya dinlemekten zevk alacağınız bir podcast koyun. Hep birlikte yolculuk yapıyorsanız yolda geçen süreyi sohbet etme fırsatı olarak kullanın.

Evet, hedefe varmak önemli ama yolculuğun kendisini de önemli ve tatilin bir parçası haline getirin.

Monaco’daki skandal: Zenginin malı züğürdün çenesi

Monaco’daki skandal: Zenginin malı züğürdün çenesi

Monaco Prensi Albert’in meğer 1 milyar avroluk bir kişisel serveti varmış. Eskiden olsa, mesela Albert’in büyük büyük dedelerinden biri olsa böyle bir hesap yapılmazdı; ülkesi ve ülke hazinesi onun servetiydi zaten. Ama tabii modern zamanlar ve modern yönetim gerekleri, hükümdarın kişisel parasıyla ülkenin parasını birbirinden ayırmayı gerektiriyor.

Albert de, babası müteveffa Ranier de, bu servetlerini yönetmesi için profesyonel para yöneticilerinden yararlanmış, onlar da bir aile. Baba Palmero, Prens Ranier’nin servetini yönetmiş, sonra bu görev oğluna kalmış, arada saltanat da baba Ranier’den oğlu Albert’e kalmış.

Albert, 22 yıldır servetini yöneten Claude Palmero’yu geçen yıl işten kovunca olanlar olmuş. Palmero’nun polis tarafından el konulan kişisel notlarından ve bir nevi günlüğünden oluşan defterleri medyaya sızıvermiş.

Bugün 10Haber’de okudum, Prens Albert’in nerede ne kadar parası olduğunu tam olarak öğrenebilmesi bile neredeyse bir yıl sürmüş, o kadar bihabermiş servetinin nasıl yönetildiğinden.

Aslında servetini bir kişi veya bir kuruma yönettirmek sadece Prens Albert’e özgü bir durum değil; uzun zamandan beri bankaların da, başka finans kurumlarının da böyle ‘Servet yönetimi’ birimleri var, ‘Özel bankacılık’ birimleri var. Buralarda ciddi servetler yönetiliyor.

Herhalde Prens Albert’in başına gelenler servetini bu şekilde başkalarına yönettiren herkes için uyarıcı olmuş olmalı.

Çünkü servet yönetiminin doğasında olan gizlilik sizin gizli harcamalarınızın, ödemelerinizin de bu kanaldan yapılmasını beraberinde getiriyorsa, bugün duyulmasını ve bilinmesini istemediğiniz şeyler yarın için size risk yaratır.

Prensin ‘bekar evi’ ve evlilik dışı çocuğunun annesine yaptığı ödemeler gibi utanç verici ayrıntılar ortaya dökülmüş durumda.

Bizler de uzaktan bu olan bitenleri merakla takip ediyoruz.