17-08-2024
İsmet Berkan

Türkiye’nin en büyük güvenlik sorununda minik adımlarla önemli ilerlemeler

Türkiye’nin en büyük güvenlik sorununda minik adımlarla önemli ilerlemeler

Türkiye’nin en büyük güvenlik sorunu hiç kuşkusuz PKK’nın yarattığı sorun.

Şunu söylemek belki artık mümkün: Son 5-6 yılda bu konuda sağlanan ilerleme sayesinde bu ayrılıkçı terör örgütünün yurt içinde eylem yapma kapasitesi minimum seviyelere inmiş durumda.

Evet, artık eskisi gibi karakol baskınları, mayınlı saldırılar, şehirlerin içine kadar yayılan ve haftalar süren çatışmalar görmüyoruz. Bu kuşkusuz iyi ve Tayyip Erdoğan iktidarının başarı hanesine yazılması gereken bir şey.

Ancak bir de bedeli var: Türkiye halen güneydeki iki komşu ülkenin topraklarında ciddi büyüklükte alanları askeri olarak kontrol eden, kesintisiz biçimde ülke sınırları dışında büyük askeri birlikler bulundurmak zorunda olan ve o askeri birlikleri neredeyse her gün savaş seviyesinde alarmda yaşatan bir ülkenin adı.

PKK’yı sınırın dışına itmenin bedeli, askeri mücadelenin sınırın ötesinde devam etmesi.

Tabii, Türkiye’nin Kürt sorunu hep (en azından son 100 yıldır) uluslararası bir sorundu aynı zamanda; çünkü Kürtler Türkiye dışında Suriye, Irak ve İran’da da yaşıyordu. Ama bugün gelinen aşamada bu artık sahiden ulus ötesi bir sorun, çünkü dediğim gibi Türk ordusu savaşını ülke sınırları dışında sürdürüyor.

Başka ülkelerin topraklarında askeri üsler kurmak, orada daimi asker bulundurmak elbette normal de değil, sürdürülebilir de.

Her ne kadar güneydeki iki komşumuzda, Irak ve Suriye’de birer merkezi devletin olmaması, onların kendi sınırlarının koruyamaması bizi böyle davranmaya mecbur ettiyse de, oralardaki varlığımızın ucu açık biçimde sürmesi beraberinde illa Kürt sorunu ile bağlı olmayan çok sayıda başka sorun da getiriyor ister istemez.

Daha önce burada yazmıştım: Türkiye’nin öncelikli güvenlik çıkarı Irak’ta ve Suriye’de ortaya gerçek egemen devletlerin çıkmasını sağlamaktan ve bu egemen devletlerin güçlenip kendi sınırlarını kontrol edebilir hale gelmesinden geçiyor. Ülkemizin siyasetlerinin orta vadeli hedefi her zaman bu olmalı: Irak’ta ve Suriye’de güçlü birer egemen devlet olmasını savunmak.

Karşımızda bir egemen devletin olmasının şöyle bir avantajı var: Sınırdan sızmalar olduğunda iki egemen devlet oturur ve konuşur, baktınız anlaşamıyorlar en kötü ihtimalle savaşır. Ama bu bir savaş olur, terörle mücadele gibi asimetrik bir çatışma olmaz.

Bakın, Bulgaristan, Yunanistan, Gürcistan, Ermenistan, İran egemen devletler. Onlarla böyle sorunlarımız yok. Olsa bile çözüm yolu belli. Ama Irak ve Suriye öyle değil.

Şimdi Irak’ta 2003’teki Amerikan işgalinden 20 yıl sonra yavaş yavaş egemen bir devlet çıkmaya başladı ortaya. Bu egemen devlet sınırlarına sahip çıkmak istiyor ve elbette Türk ordusunun varlığından mutlu değil. Bundan doğal bir şey de olamaz, hangi ülke topraklarının bir bölümünün başka bir ülke askerince kontrol edilmesinden mutlu olur ki zaten.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler ve MİT Başkanı İbrahim Kalın’ın birbirleriyle koordinasyon halinde bir yıldan beri sürdürdüğü çabalar sonunda Irak’taki bu yeni yönetimi ikna etmeye başladı ve önceki gün Irak ile önemli bir güvenlik mutabakatı imzalandı.

Hayır, henüz merkezi Irak hükümeti ‘Bu sınırlar benim kontrolümde olacak ve ben PKK’nın sızmasını engelleyeceğim’ demedi, diyemez de. Ama bu yönde önemli bir adım atıldı, en azından Irak hükümeti artık Türkiye’nin amacının Irak topraklarını kalıcı biçimde işgal etmek olmadığını biliyor. Gereken güvenlik garantilerini verirse Türk askerinin Irak toprağından çıkacağına ikna oldu.

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Irak’la varılan bu anlaşmaya çok önem verdiği anlaşılıyor, belli ki anlaşmayı doğru anlasın ve anlatsınlar diye dün Hürriyet’in Ankara Temsilcisi Hande Fırat ve Sabah’ın Ankara Temsilcisi Okan Müderrisoğlu’na özel olarak brifing verilmiş. Ankara’da böyle konuların anlatılabileceği pek çok gazeteci daha var, onların böyle brifinglere davet edilmemesi hoş bir şey değil. Bu önemli mutabakatın sadece bir ‘vize serbestisi’ olarak kamuoyuna yansıması herhalde Hakan Fidan’ı mutlu etmemiştir.

Her neyse, Ankara’da imzalanan belge son derece önemli bir konunun bir çeşit ilk adımı kabul edilmeli aslında. Dediğim gibi nihai hedef Irak’ın kendi sınırlarını kontrol edebilmesi, buradan Türkiye’ye PKK sızmalarını durdurması. Belli ki henüz oraya varmaya uzağız, o yüzden Pençe-Kilit adı verilen operasyonun adı bile geçmiyor zaten mutabakatla ilgili yazılarda, haberlerde.

Ve biliyorsunuz Irak’ın ardından hedef aslında Suriye. Bu ülkede de (Esad veya başkası tarafından) ortaya bir egemen devlet çıkması ve Türkiye’ye karşı sınır güvenliği vaat etmesi herhalde Ankara’nın en çok isteyeceği şeydir.

Tabii Suriye konusu çok daha karmaşık ve aslında Türkiye’ye yarattığı güvenlik tehdidi de daha büyük. Ama bugün Irak’la yapılanın belirsiz bir gelecekte Suriye ile de yapılmak istendiğini biliyoruz.

Türkiye’de Tayyip Erdoğan iktidarı zaman zaman bu konularda saldırgan bir havada olduğunu ima, hatta ilan eden açıklamalar yapıyor olsa da, unutmayın PKK konusunda Türkiye temelde savunma pozisyonunda aslında. PKK tehdidi biçim değiştiriyor ama küçülmüyor, aksine büyüyor. Dolayısıyla Türkiye’nin bu tehdide karşı kendini savunmak için harcadığı enerji ve kaynak da sürekli artıyor.

Umalım ve bekleyelim ki Irak’la bu adımın devamı gelsin, atılan tohumlar yeşersin.

Türkiye’ye yakışan da budur, olmayan hukuk devletini yumruklaşarak kurmaya çalışmak!

Türkiye’ye yakışan da budur, olmayan hukuk devletini yumruklaşarak kurmaya çalışmak!

Düşünecek olursanız önemli bir gündü dün. Koskoca Türkiye Büyük Millet Meclisi tatilini yarıda kesiyor ve özel bir konuyu konuşmak için toplanıyor.

O da öyle herhangi bir konu değil. Can Atalay’ın şahsında ülkemizdeki hukuk devletini konuşacaktı Meclis.

Peki bir netice alabilecek miydi? Hayır!

Muhalefetin toplantı yeter sayısını bulması ve oturumun açılmasını sağlaması bile başarıydı aslında. Ama mesele karar almak için gereken çoğunluğu bulmaya gelince o çoğunluğun olmadığını ve olmayacağını hepimiz biliyorduk.

O yüzden dün sabah benim beklentim sembolik bir toplantıydı; konuşulacak, muhalefetin yüreği bir ölçüde soğuyacak, sonra da bir karar alınmadan tatiline devam edecekti Meclis.

Biraz Meclis tecrübesi olan herkesin bildiği bu gerçeği nasıl TİP milletvekili Ahmet Şık biliyorduysa, Ak Partili Meclis çoğunluğu da biliyordu elbette.

Ahmet Şık istediği kadar kışkırtıcı bir konuşma yapsın, Ak Partili vekiller duymazdan gelse, hatta konuşmayı dinlemek için genel kurul salonuna bile gelmeseler olurdu. En sonunda yapılacak oylamada bulunmaları yeterliydi.

Ama hayır. Şık çok kışkırtıcı, çok ağır ifadelerle dolu bir konuşma yaptı. Ak Parti de ‘kışkırdı’ ve en yapılmaması gereken hareketi yaptı: Kürsüdeki konuşmacıya yumruk atıldı, kürsüden indirildi.

Tabii belki de Türkiye’ye yakışan, ülkemizin gerçeği budur: Hukuk devleti tartışmasında söylenenleri demokratik tahammülle dinlemek değil kaba kuvvete başvurmak, hemen oracıkta ‘kendi hukuku’nu uygulamaya kalkışıp seni eleştireni yumruklamak…

Maalesef üç satır cümleyi bile duymak istemeyen, kendilerini kışkırtmak istediği besbelli bir konuşmadan hemen alevlenip tekmeli tokatlı yumruklu saldırıya geçen insanların ülkesindeyiz.

Yazık hepimize.