Araştırmacı mizah yazarınız, İstanbul'un resmi bir kokusu olacaksa bunun rendelenmiş Hacı Şakir Sabunu kokusu olmasını istiyor.
1881 yılında şehri yönetenler ‘Paris’in Kokuları’ adı verilen bir çalışma yaptırdılar.
Çalışmada sokaklara evlerden atılan dışkı ve çöpler, at pislikleri ve yıkanma imkanı fazla olmayan insanlardan yükselen kokular kayıt altına alınıp sınıflandırılmıştı.
anlayacağınız kanalizasyon öncesindeki Paris aynı Londra ve New York gibi berbat kokuyordu, sokaklar leş gibiydi ve her türlü salgın hastalığa açık bir ortamdı.
Charles Dickens’ın sokaklarında dolaşıp romanlar yazdığı o günlerde Londra sokaklarına sadece 300 bin attan 1000 ton dışkı gündelik olarak bırakılıyordu. buna 1880’e gelindiğinde nüfusu 4 buçuk milyona ulaşmış olan şehirdeki her evden sokağa bırakılan dışkı ve çöpü ve açık sokak mezbahalarında kesilen hayvan leşlerini de eklerseniz şehrin o dönemdeki kokusunu belki biraz hayal edebilmeniz mümkün olabilir.
Londra ve Paristen çok daha geç kanalizasyon sistemini kurmuş olan New York’ta da durum aynıydı.
New York’un şehir mimarisi nedeniyle bugünlerde dahi cadde kenarlarına toplanmaları için zorunlu bırakılan çöpler nedeniyle kötü koku sorunu daima vardır. özellikle yaz sıcakları döneminde şikayetler artar.
Ben 1970’li yıllarda New York’ta bir serseri gibi sokaklarda sürterken. şehirde baskın olmaya başlayan başka bir kokuyu da hissetmiştim.
bu da ‘seks kokusuydu’. sayıları yülerce olan porno dükkanlarındaki tek kişilik porno film seyretme kabinelerinden gelen ve ayrıca özellikle eşcinsellerin kendilerini topluma kabul ettirme mücadelelerinin bir parçası olarak sokakta açık biçimde seks yapmalarından kaynaklanan seks sıvılarının toplam kokusuydu bu. bu çok hoş bir şey değildi ama insan yıllar sonra benzer kokuyu başka ortamlarda alınca geçmişi, bir Proust gibi yine de hatırlayıveriyor.
o günlerde ben de şehrin seks kokusuna küçük de olsa bir katkı yapmak için porno dükkanlarındaki o odacıklara her girdiğimde acaba buradan sağlıklı çıkabilmek için tehlikeli madde toplama işinde olan ekiplerin giydiği astronot kıyafetine benzeyen HAZMAT kıyafetleri giymek daha mı doğru olurdu diye düşündüğümü de hatırlıyorum.
Ama be yapacaksın gençlik işte her türlü riske ve bence veba salgını tehditine rağmen tedbirsiz giriyorduk o odacıklara ve ben oralardan her çıktığımda eğer kazayla elimi ağzıma götürürsem öleceğimi düşünerek yaşadım orada 8 yıl boyunca ve sadece bu travma yüzünden o sekiz yıl boyunca ayrıca ekonomi eğitimi de almış olmama ramen, aklım devamlı başka yerlerde olduğundan, bugün ekonomi bilgim Türkiye’nin ekonomisinin sağlıklı olduğunu düşünebileceğim kadar ancak olabildi.
Oray Egin’in Habertürk.com da yazdığı tam bir usta işi olan nefis ‘İstanbul’un kokusu’ yazısını okurken kafama geldi bu konu.
Londra ve Paris’teki durumu detaylı anlattığım ve kanalizasyon sistemlerinin yerleşmesi ile sanattaki gelişmelerin bağlantısını, bence tam bir entelektüel eğlence olabilecek ‘Kütüphanemdeki Sesler’ kitabımda ele aldım.
Örneğin Monet, Pissarro, Seurat’ın ilk dönem resimlerinde burjuvazinin, daha tam kirlenmeye başlamadan önceki Sen nehri kenarındaki eğlence hayatından görüntüler görmek mümkündü. sonra gayet tabii ki kirlenme ve kokular yaygınlaşmaya başlayınca resimlerde görülen manzaralar da değişti mecburen.
Madem kendi kitabımı övmeye başladım tasarımı ile de ilgili bir kaç laf da söyleyeyim. bence kitabın kapağı 1980’lerde Zone dergisi ve kitaplarının tasarımıyla meşhur olan Bruce Mau’nun tasarımları kadar olmasa bile ona yaklaşacak kadar güzeldi.
Oray’ın yazısında şikayet ettiği yeni istanbul kokusunu okuyunca uzunca bir süre önce artık şehirde gezmeme kararı almış olmamdan dolayı çok da mutlu oldum.
Tarif ettiği kokuyu ve ortamını öğrenince onun ne beter bir şey olabileceğini düşündüm ve gezilerimi artık sadece beynimde yapıyor olmaktan hem daha da keyif almaya başladım hem de geziyor diye Oray’ı kıskanmayı da tamamen bıraktım.
Bahsedilen koku Atelier Resul’ün istanbul temalı kokusuymuş. Yerleştirilmek istenen bir yeni kültürün gereği olarak bu koku her tarafa yaygınlaştırılıyormuş.
New York’un seks kokusunu özleyebilen bir insan olduğumdan bu konuda fikir bildirecek en son insan olsam da bence eğer istanbul için bir özel koku saptanacaksa birkaç kalıp hacı şakir Arap sabunu bir tül bez içine rendelense sonra bu tül kapalı bir alanda sallansa ortaya çıkacak harika koku İstanbul’un övünerek taşıyacağı bir koku olabilirdi.
galiba bu çağda iyi bir yazar olabilmek detaylarda keskin gözlem yapabilme yeteceğine bağlı görülüyor.
Oray da bu kesin var. ben de mizahımı bu detaylarda buluyorum ve aynı zamanda kendi kendime iyi bir yazar demekte sakınca görmeyecek kadar mütevazıyım da.
ama bu detaylardan gözlem yaparak analiz çıkarma konusunda gerçek usta olan Ertuğrul Özkök bence.
Bu detaylardan gözlem yapabilme yeteceği aynı zamanda Özkök’ün bazen hızlı heyecanlanmasına da yol açabiliyor. Örneğin bir süre önce New York Times da okuduğu bir yazıda gördüğü bir detaydan Türkiye’nin bugünlerde şarapla barışması ihtimalinin olabileceği sonucuna bile vardı.
olabilir bu tabii ki. Sisi ile barışılabilirse şarapla neden barışılmasın ki. Ama barışılsa bile şarabın lezzetinin bu tür kokunun hakim olduğu ortamlarda düzgün alınabilmesinin mümkün olamayacağı da bilinmeli. Bunu hiç kimse bilmese bile Ertuğrul Özkök’ün kesin bildiğine eminim. Anlayacağınız şarabı adabıyla içecek hiç iyi bir ortam maalesef yok.
23 Aralık 2024 - Yanı başımızdaki tehlikenin bilemiyorum farkında mıyız?
22 Aralık 2024 - Düşünmeyi besleyen tartışma… Yeniden
21 Aralık 2024 - Yılbaşı yaklaşırken
20 Aralık 2024 - Sokak sanatının büyük sanatçısı
19 Aralık 2024 - Serdaramus’un 2025 yılı için 10 Beyaz Türk kehaneti