2025’e girmeye hazırlanırken, hem ülke içinde hem de uluslararası arenada tansiyon yükseliyor, belirsizlikler artıyor. Beklenmedik yeni krizlere etkili karşılık verme becerisi önem kazanıyor.
Özellikle 20 Ocak 2025 tarihinde ikinci kez ABD başkanlık koltuğuna oturacak olan Donald Trump, daha görevine resmen başlamadan önce dalgalar yaratan açıklamaları ve kabine seçimleriyle dünya gündemini değiştirmeye başladı bile.
Bu kez koltuğuna daha sağlam oturduğu ve Kongre’nin Temsilciler Meclisi ve Senato’su kanatlarını kontrol edebileceği için Trump’ın “Önce Amerika” söylemleri ve politikaları, ülkenin küresel sistemdeki gerilemesini durdurmayı, uluslararası dengeleri yeniden şekillendirmeyi amaçlıyor.
Trump, şahsiyeti ve dünya görüşü ile daha önceki döneminden farklı hareket etmeyeceğini göstererek, öncelikle kısıtlayıcı ticaret politikalari izleyeceğini beyan ederek sert bir giriş yaptı.
Kanada başbakanı Trudeau ile Miami’deki görüşmesinde alaycı bir şekilde “51. eyaletimiz olun” çağrısı yaparken, dolara bağımlılığı azaltmak için yeni bir para birimini uluslararası ticarette gündeme getiren ve kendi aralarında sıkı işbirliği öngören BRİCS ülkelerine yönelik %100 gümrük vergisi uygulayacağı tehdidinde de bulundu.
Küresel ticaretin zaten sıkıntılar yaratan mevcut kuralları daha da altüst olacak gibi görünüyor ve bu ticaret savaşlarının Türkiye dahil birçok ülke için büyük olumsuz yansımaları olacağı kesin.
Bu arada, “Rusya-Ukrayna savaşını hemen bitireceğim” açıklaması, ilk bakışta barışçıl ve çözüm odaklı bir girişim gibi görünse de, bu sözlerin arkasında hangi diplomatik manevraların ve pazarlıkların döndüğü merak konusu.
Trump’ın karakteristik müzakere tarzı göz önüne alındığında, böylesine karmaşık bir çatışmada hızlı bir çözüm sağlama vaadi, genellikle taraflardan birinin ciddi tavizler vermesini gerektiriyor. Bu bağlamda, Ukrayna’nın çıkarları ve egemenliği üzerinden hangi ödünlerin masaya yatırılacağı ve Putin’i bu anlaşmaya ikna etmek için Trump’ın ne tür garantiler veya jestler sunacağı belirsizliğini koruyor.
Putin’in, Ukrayna üzerindeki siyasi ve toprak taleplerinde ısrarcı olduğu bilinirken, Trump’ın bu taleplerin bir kısmını kabul ederek mi yoksa Ukrayna’ya yönelik Batı desteğini geri çekme tehdidiyle mi bir anlaşmaya varmayı planladığı da henüz belli değil. Örneğin, Kırım’ın ilhakının uluslararası olarak tanınması, Donbas bölgesinde Rusya yanlısı yönetimlerin meşrulaştırılması veya NATO ve AB’nin Ukrayna’ya genişleme planlarından vazgeçilmesi gibi ödünler, Trump’ın olası pazarlık kozları arasında görülebilir.
Yine, Trump’ın daha önce sıkça dile getirdiği ABD’nin petrol, doğal gaz ve nükleerde “küresel enerji hâkimiyeti” söyleminin bu dönemde de devam edeceğine dair güçlü sinyaller var. Trump’ın enerji politikaları, yalnızca ekonomik çıkarları değil, aynı zamanda jeopolitik etkileri de merkeze alan bir yaklaşımı yansıtıyordu. Şimdi, bu politikaların yeniden canlanması, özellikle (dünya enerjisinin zaten yüzde 81’ini oluşturan) fosil yakıt sektöründe bir “altın çağ” yaşatma hedefine yönelik olabilir.
Önceki başkanlığı sırasında Trump, ABD’yi küresel enerji piyasalarında daha etkili bir oyuncu haline getirmek için kaya petrolü ve doğal gaz üretimini teşvik etmiş, nükleer enerjiye yeniden yatırım yapılması gerektiğini savunmuştu.
Biden yönetiminin son dört yılda Paris İklim Anlaşması’na geri dönerek karbon nötrlüğünü hedefleyen politikalarla sağladığı ilerlemeler, Trump döneminde kesintiye uğrayabilir. Paris İklim Anlaşması’ndan yeniden çekilmek veya anlaşmayı etkisiz hale getirecek politikalar uygulamak, Trump’ın önceki tutumları göz önüne alındığında şaşırtıcı olmayacaktır.
Bununla birlikte, Biden’in “Enflasyonu Düşürme Yasasi” çerçevesinde sağlanan milyarlarca dolarlık yeşil enerji teşvikleri, enerji verimliliği projeleri ve yenilenebilir enerji altyapısına yönelik yatırımlar da Trump’ın hedef tahtasına yerleşebilir. Bu teşviklerin azaltılması veya tamamen kaldırılması, yenilenebilir enerji sektöründe büyüyen ivmeyi sekteye uğratabilir ve fosil yakıtlara olan bağımlılığı artırabilir. Özellikle elektrikli araçlar, güneş ve rüzgar enerjisi projelerine yönelik sübvansiyonların kesilmesi, ABD’yi karbon salınımını azaltma hedeflerinden uzaklaştırabilir ve küresel iklim mücadelesine zarar verebilir.
Trump’ın enerji politikalarının bir diğer boyutu ise üretimi artırarak küresel enerji piyasalarında OPEC+’ın etkisini kırmaya yönelik stratejiler olabilir. Özellikle Brezilya, Guyana ve diğer OPEC dışı ülkelerle işbirliği yaparak kaya petrol ve doğal gaz üretimini artırma hedefi, fiyatları düşürerek OPEC+ ülkelerinin piyasayı ve fiyatları kontrol etme çabalarını boşa çıkarabilir. Bu durum, Suudi Arabistan ve Rusya gibi enerji devlerini ekonomik ve politik açıdan zor durumda bırakabilir, ancak aynı zamanda piyasalarda dengesizliğe ve enerji sektöründe bir “fiyat savaşı”na da yol açabilir.
ABD’nin enerji stratejisindeki bu potansiyel dönüşüm, yalnızca ekonomik değil, jeopolitik dengeleri de yeniden şekillendirebilir. Avrupa Birliği’nin ve Çin’in yenilenebilir enerji yatırımlarındaki liderlik iddialarına karşı nasıl bir denge kurulacağı da Trump’ın politikalarının uzun vadeli etkilerinin belirleyici unsurlarından biri olacaktır.
Çin, küresel sahnede ekonomik ve teknolojik üstünlüğüyle dikkat çeken bir güç olarak, Trump Amerikası’nın karşısında en güçlü stratejik rakip konumunda. Yapay zeka, otomobil üretimi, yenilenebilir enerji, uzay ve okyanus teknolojilerinde elde ettiği başarılarla, küresel ekonominin dinamiklerini belirleyen önemli bir aktör. Ayrıca BRİCS, Şanghay İşbirliği Örgütü ve Kuşak ve Yol Girişimi gibi inisiyatiflerle uluslararası sistemdeki etkinliğini her geçen gün artırıyor.
Kritik mineraller ve nadir toprak elementleri konusunda Çin’in sahip olduğu kontrol, onu enerji ve teknoloji tedarik zincirlerinde vazgeçilmez bir oyuncu yapmaktadır.
Rüzgar türbinlerinden elektrikli araç motorlarına, yüksek performanslı mıknatıslardan pil teknolojilerine kadar geniş bir kullanım alanına sahip olan bu elementlerin dünya üretiminin %80’i Çin tarafından sağlanıyor, işleme kapasitesindeki payı ise %90’ı aşıyor. Bunun yanı sıra doğal grafit, kobalt, nikel ve manganez gibi stratejik minerallerdeki üretim ve işleme üstünlüğü, Pekin’in enerji dönüşümünde ve yüksek teknoloji üretiminde anahtar rol oynamasına olanak tanıyor.
Bu hâkimiyet, ABD (ve Avrupa Birliği) için kaygı verici ve Pekin’in eline Trump’a karşı kullanacağı stratejik kozlar veriyor. Özellikle yenilenebilir enerji, yarı iletkenler ve batarya teknolojilerinde Çin’e olan bağımlılığı azaltmayı hedefleyen projeler geliştiriliyor, ancak Çin’in mevcut altyapısı ve teknolojik üstünlüğü nedeniyle kısa vadede alternatif bir yapı kurulması çok zor.
Çin’in bu stratejik avantajı, küresel güç mücadelesinde belirleyici bir faktör olmaya devam edecektir. Özellikle ABD’nin Çin’e yönelik ticaret savaşlarını ve yaptırımlarını artırması beklenirken, Pekin’in buna karşılık stratejik hamleleri, önümüzdeki dönemde uluslararası sistemin en sıcak gündem maddelerinden biri olacaktır.
İran konusu, Trump’ın başkanlık gündeminde önemli bir yer tutmaya devam edecek gibi görünüyor. İran’ın bölgesel etkisi, özellikle Hizbullah ve Hamas gibi vekil güçlerinin zayıflamasıyla birlikte sorgulanır hale geldi. İsrail’in son yıllarda yoğunlaştırdığı hava saldırılarıyla İran’ın hava savunma sistemlerinin büyük ölçüde etkisiz hale getirilmesi, Tahran’ın Orta Doğu’daki manevra kabiliyetini sınırladı. Bu durum, İran’ın bölgesel nüfuzunu sürdürmekte zorlanmasına ve bölgedeki dengelerin değişmesine yol açabilir.
Hizbullah’ın ciddi şekilde zayıflaması, İran’ın Lübnan üzerindeki etkisini kaybetmesine neden olabilir. Aynı şekilde Hamas’ın güç kaybı, İran’ın Filistin üzerinden İsrail’e karşı kurduğu baskıyı azaltabilir. Ancak bu durum, İran’ı farklı stratejik yollar aramaya yönlendirebilir. Örneğin, bölgedeki diğer gruplarla yeni ittifaklar kurma ya da daha fazla doğrudan müdahaleye başvurma ihtimali doğabilir. Bu süreç, Orta Doğu’da yeni bir istikrarsızlık dalgasını da tetikleyebilir.
İçeride ise İran rejimi, ekonomik yaptırımların ağır baskısı altında halkın artan hoşnutsuzluğu ve reform talepleriyle karşı karşıya. Trump yönetiminin yaptırımları sıkılaştırarak rejimi içeriden zayıflatmayı hedeflemesi muhtemel. Bu strateji başarılı olursa, İran’da iç çözülme ve reform hareketlerinin güçlenmesi beklenebilir. Ancak böyle bir gelişme, kısa vadede İran’ı daha agresif bir dış politika izlemeye itebilir.
Orta Doğu’da İran’ın etkisinin azalması, İsrail ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin güç dengesinde daha belirgin bir rol oynamasına yol açabilir. Aynı zamanda Türkiye gibi “bölgesel süper güç” olarak görülen aktörler, bölüşmekte olan boşlukları doldurmak için fırsatlar arayabilir. Ancak bu yeni dinamikler, bölgesel ittifakların yeniden şekillenmesine ve gerilimlerin farklı alanlara kaymasına neden olabilir.
Küresel ekonomi, küreselleşmenin altın çağının sona erdiği ve uluslararası iş birliğinin zayıfladığı bir döneme giriyor. Pandeminin, tedarik zinciri krizlerinin ve jeopolitik gerilimlerin etkisiyle ekonomik entegrasyonun yerini bölgesel bloklar ve korumacı politikalar alıyor. Trump sadece bu süreci daha da hızlandıracak.
Avrupa Birliği’nin rekabet gücünü giderek kaybetmesi ve birliğin 28 üye devlet arasında tutarlı ve güçlü bir dayanışma sağlamakta zorlanması, küreselleşmenin gerileyişinin en somut örneklerinden biri olarak görülüyor. Birlik, ekonomik verimlilik, inovasyon ve enerji bağımsızlığı gibi alanlarda tarihsel avantajlarını yitirirken, ABD ve Çin arasındaki büyük güç rekabetinde daha bağımlı bir aktör haline geliyor.
ABD ile Çin arasındaki ekonomik ve teknolojik çekişme, Avrupa Birliği’ni taraf olmaya zorluyor. Şimdilik Washington’un yanında pozisyon alan AB, bu tercihin ekonomik maliyetleriyle yüzleşmek zorunda kalıyor. Çin ile ekonomik bağların sınırlandırılması, Avrupa’nın teknoloji, enerji ve ticaret alanlarında daha büyük zorluklarla karşılaşmasına neden oluyor.
Sadece şu rakamı not etmekle yetineyim: AB’de enerji maliyetleri son gelişmelerle birlikte ABD’dekinden yüzde 65 daha fazla hale geldi. Birçok Avrupalı firma rekabet gücünü Çinli ve Amerikalı firmalar lehine kaybetti, daha da kaybedecek.
Aynı zamanda ABD’nin Avrupa’yı enerji ve savunma alanlarında daha bağımlı hale getirme çabaları, AB’nin stratejik özerklik hedeflerini baltalıyor. Bu durum, birliğin kendi içindeki farklılaşmayı da derinleştiriyor; bazı üye ülkeler ABD ile daha sıkı iş birliğini desteklerken, diğerleri bu bağımlılığın uzun vadede zararlı olacağı görüşünde.
Türkiye ise bu yeni dünya düzeninde kendini yeniden tanımlama ve konumlandırma çabasında. Batı ile ilişkilerinde tarihi bir gerilim dönemi yaşayan Ankara, AB ile yeni bir kazan-kazan ilişkisi kurma potansiyelini değerlendirmeye odaklanmalı. Gümrük Birliği’nin modernizasyonu, yeşil dönüşüm işbirliği ve enerji güvenliği gibi alanlarda Türkiye ile AB arasında karşılıklı faydaya dayalı (ve AB tam üyeliği kazanımlarını kaybetmeden) yeni bir ilişki kurulabilir.
Ancak, bu tür bir işbirliği, tarafların siyasi ve ekonomik önceliklerini uyumlu hale getirmesini gerektiriyor. Avrupa’nın Türkiye’yi yalnızca bir tampon bölge, göçmenlerin park edileceği mekan ya da ucuz üretim merkezi olarak görmesi yerine, uzun vadeli stratejik bir ortak olarak kabul etmesi bu sürecin başarıya ulaşmasında kritik bir rol oynayacaktır.
Türkiye, 2025 yılında hem iç hem de dış politikada karmaşık ve çok boyutlu meydan okumalarla karşı karşıya kalacak. İçeride, terörle mücadele kapsamında uzun süredir devam eden “Öcalan açılımı”nın akıbeti önemli bir soru işareti. Hükümet, bu açılımı sürdürerek toplumsal barışı güçlendirmek isteyebilir, ancak bu adımların halk nezdinde nasıl karşılanacağı ve siyasi maliyetleri dikkate almak zorunda.
Ayrıca Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın erken seçim çağrısı yaparak anayasal gereklere uygun şekilde yeniden seçilme hedefi veya yerine güvenilir bir “veliaht prens” hazırlama çabaları, Türk siyasetinde belirleyici bir rol oynayacak. Kamuoyu yoklamalarında Erdoğan ve AKP’nin önünde gözüken muhalefetin de hem halk nezdinde inanırlık, iktidarı devralabilecek sağlam kadro mevcudiyeti hem de halefiyet gibi benzeri sorunları var. Bu süreçte, ekonomik kırılganlıkları gidermek ve büyümeyi sürdürülebilir bir zemine oturtmak, hükümetin en büyük önceliklerinden biri olmak zorunda.
Dış politikada ise Türkiye, Suriye’deki askeri varlığını ve operasyonlarını nasıl bir stratejiye dönüştüreceğini netleştirmek durumunda. Ankara, bu noktada yeni bir denge politikası izleyerek, hem kendi güvenlik kaygılarını gidermek hem de bölgedeki nüfuzunu artırmak için fırsatlar arayacaktır. Aynı zamanda İsrail’in Orta Doğu’daki nüfuzunu genişletme çabalarına karşı, Türkiye’nin bu gelişmelerde nasıl bir rol üstleneceği, ortak mı yoksa rakip mi olacağı, bölgede şekillenecek yeni ittifakların belirleyici faktörlerinden biri olacaktır.
Türkiye’nin 2025’te karşılaşacağı bir diğer önemli mesele, ABD ve AB ile ilişkilerini yeniden tanımlarken, Çin ve Rusya gibi küresel güçlerle de dengeli bir ilişki kurma gerekliliği olacak. ABD’nin Türkiye üzerindeki yaptırım tehditleri, F-16 modernizasyonu gibi savunma projelerindeki belirsizlikler ve AB ile gerginleşen üyelik süreci, Ankara’nın Batı’yla ilişkilerini zorlarken, Çin ve Rusya ile ekonomik ve enerji temelli işbirliklerini daha cazip hale getiriyor. Ancak bu ilişkilerin, Batı ittifakından kopmadan sürdürülebilmesi kritik bir denge gerektiriyor.
Tüm bu faktörler, Türkiye’nin 2025 yılında çok yönlü bir strateji geliştirmesini zorunlu kılacak. Hem iç politikada hem de dış politikada dengeleri koruyarak fırsatları değerlendirmek, bölgesel ve küresel dinamiklere uyum sağlamak için Ankara’nın pragmatik, yenilikçi ve kararlı bir yaklaşım benimsemesi gerekecek. Türkiye’nin karşı karşıya olduğu bu meydan okumalar, yalnızca bölgesel değil, aynı zamanda küresel sistemdeki yerini de belirleyecek nitelikte olacaktır.
Küreselleşmenin gerileyişinin hız kazandığı bu dönemde, Türkiye’nin kendi sorunlarını süratle çözerek iç cepheyi tahkim etmesi ve izleyebileceği pragmatik bir dış politika, Çin’den Almanya’ya, Suudi Arabistan’dan Rusya’ya geniş coğrafyanın en önemli bölgesel gücü olan Türkiye’yi akıllı bir liderlik altında hem Batı ile ilişkilerde hem de Asya merkezli yeni güç dengelerinde avantajlı bir konuma getirebilir.
AB’nin zayıflaması yalnızca Avrupa’yı değil, en önemli ekonomik ortağı olan Türkiye’yi de derinden etkileyecektir. Bu nedenle, Ankara’nın Avrupa ile ilişkilerinde sürdürülebilir bir denge politikası benimsemesi ve küresel ekonomik dönüşümlere hızla adapte olması gerekecek. Suriye iç savaşı, Ukrayna-Rusya çatışması, Kafkaslar, Balkanlar, İran ve Kıbrıs dosyaları iyi yönetilmezse ülkeyi yeni sıkıntılara sokabilir.
2025, sadece sıcak bir yıl değil, aynı zamanda küresel dengelerin yeniden şekillendiği bir dönüm noktası olacak gibi görünüyor. Türkiye, hem içeride hem dışarıda stratejik kararlar almak zorunda. Dünya ise, otoriter yönetimlerin daha da yükseleceği yeni bir ekonomik ve jeopolitik dönemine giriyor. Hazırlıklı olanlar bu değişimden kazançlı çıkacak, geride kalanlar ise küresel sahnenin dışında kalacak. Umarım Ankara’daki kurmay zeka bu grift dinamikleri iyi ve zamanlıca analiz edip karar alıcı liderliğe etkili stratejik yönetim desteğini sağlayabilir. Aksi taktirde küresel sert ruzgarlar ülke içindeki zafiyetlerle birleştiğinde Turkiye’ye zor bir yıl yaşatabilir 2025’de.
18 Aralık 2024 - Yeni Suriye politikası: Stratejik bir vizyon
15 Aralık 2024 - Cebelitarık’ın Afrika kıyısında: Fas’ın zenginliği, çelişkileri ve çekiciliği
13 Aralık 2024 - Suriye’de Erdoğan’ın hakkı Erdoğan’a, ama zor sorular yanıt bekliyor
9 Aralık 2024 - Avrupa Birliği’nin enerji krizi sanayileşmeyi de çökertti
6 Aralık 2024 - 2025’te bizi ve dünyayı sıcak günler bekliyor