Dünya enerjisindeki yeni dinamikler: Türk iş dünyasına yansımaları

29 Mayıs 2024

Enerji günümüz dünyasında tam bir oyun değiştirici. Yaşadığımız her olayı, dokunduğumuz her şeyi, tüketimimizi, yaşam kalitemizi, dünya sistemindeki konumumuzu, gezegenimizin ve de kendimizin sağlığını temelden etkiliyor. Onsuz bir yaşam düşünülemez.

Lakin enerji tarih boyunca odundan kömüre, petrolden doğal gaz ve nükleere, yenilenebilir enerjiye kadar uzanan geniş bir menzilde farklı biçim, tur ve boyutlarda elde edilmiş, tüketilmiş. Şimdiye kadar enerjisiz kalmamışız, bundan sonra da kalmayız. Henüz el atılmamış okyanus, uzay enerji kaynakları olduğunu da unutmayalım.

Ekolojik geleceğimiz için yaşamsal önemde de olsa güneş, rüzgar, jeotermal, hidro, nükleer ve biyomas gibi yenilenebilir enerjiler hala ihtiyacımızın yüzde 20’sini zor karşılıyor. Kalan yüzde 80 kahir çoğunlukla kömür, petrol ve doğal gaz olmaya devam ediyor. Her ne kadar biz yenilenebilir lehine azaltmaya çalışsak da fosil yakıtların görünür geleceğimize damga vurmaya devam edeceğinden kuşku duyulmuyor.

Daha dayanıklı, kapsayıcı ve daha temiz enerji sistemleri yaratmada yenilenebilir enerji kaynaklarının temel rolü tartışılmaz. COP28 fosil yakıtlardan uzaklaşırken yenilenebilir kapasiteyi 2030 yılına kadar üç katına çıkarma ve enerji verimliliğini iki katına çıkarma taahhüdüyle bunun altını çizdi.

Yenilenebilir temelli bir geçişin hızlandırılması, altyapının modernizasyonu ve genişletilmesi, politika ve pazar uyumu ile kurumsal ve insani kapasiteler gibi temel kolaylaştırıcılar etrafında eylemleri önceliklendirme konusundaki kolektif yeteneğimize dayanmaktadır. Tüm bu alanlar hâlâ ağırlıklı olarak fosil yakıtların hakim olduğu bir çağ ve bu çağın jeopolitik manzarası perspektifinden bakılan enerji güvenliğiyle güçlü bir şekilde bağlantılı.

Sorular, sorular…

Enerji güvenliği, iklim değişikliği, yatırım, ticaret, jeopolitik gerilimler, teknoloji, dış politika, rekabet, vergi dahil birçok alanı kapsayan enerji baş döndürücü bir hızda değişiyor, dönüşüyor bundan 20 yıl öncesine kıyasla.

Bana soracak olursanız, bu bağlamda sorulacak ve umarım bugünün birbirine göbeğinden bağlı enerji dünyasında ele alınması zorunlu bazı önemli sorular var:

– Enerji, iklim değişikliği, çeşitlendirme, teknoloji, yeni düzenleyici kurallar ve jeopolitik çatışmalar iş dünyasının çalışma şeklini nasıl etkiliyor, geleceğe nasıl hazırlanmalıyız?

– Yeni oyun değiştirici gelişmeler neler, yeterince dnanımlı mıyız onlarla baş edebilmek için?

– Dünyanın mevcut jeopolitik çatışmaları, kaynak paylaşımı mücadeleleri küresel enerji politikalarını, enerji ithalatına göbeğinden bağımlı, fiyat dalgalanmalarından anında etkilenen bizleri nasıl etkiliyor?

– Dünya genelinde yenilenebilir enerji girişimleri ve yeşil dönüşüm sanıldığı kadar kolay mı, kaçınılmaz mı, yarattığı fırsat ve maliyetler nelerdir? Biz neresindeyiz?

– Yatırımcılar, temiz enerji projelerine yöneldikleri için ikmal güvenliği sarsıntıya uğrayacak mı? Yeni para ve teknoloji kaynakları nereler?

– Hükümetler, belediyeler, şirketler ve bireyler/hane halkı olarak bizler için bu yeni enerji dinamiklerin anlamı nedir, hangi mesajları çıkartmalı, ne gibi kararları almalıyız hem ayakta kalabilmek hem de dünya liginde rekabet edebilmek için?

Geçiş ve güvenlik arasında artan gerilim

Enerji, iklim değişikliği, teknoloji ve düzenleyici çerçeveler arasındaki karmaşık etkileşime daldığımızda, manzaranın ışık hızıyla değiştiğini görüyoruz. Enerji geçiş sürecini hızlandırma çağrıları hepimizi cezbediyor, katılmak için sabırsızlanıyoruz gelecek nesillerin esenliği için. Lakin, hızlı karbon azaltımıyla ilişkili geçişin çok riskli olduğunun çoğumuz pek farkında değiliz.

Karbon nötr bir dünya için 2050 hedefi önümüzde duruyor, yani 26 yıl sonrası. Ancak şahsi kanaatim, şayet politikalar, finansman açığı ve telafi edici önlemler aynen şimdi olduğu gibi devam ederse iklim değişikliğinin yaratmakta olduğu büyük çalkantılara, risklere rağmen 2050 hedefinin zamanlıca tutturulması bence mümkün görülmüyor. Belki bugünden bilemediğimiz bir oyun değiştirici gelişme hepimizi ekonomik hesapları ve bilinen yöntemleri bir kenara itip, serbest irademiz dışında, sadece dekarbonizasyona odaklanmaya zorlayacak olursa o zaman belki gerçekleşme şansı olabilir.

Hepimiz biliyoruz ki, uzun süredir fosil yakıtlara bağımlı yaşıyoruz, öyle de yaşamaya devam edeceğiz görünür gelecekte. Hatta 2050 ötesinde bile. Bu bağımlılığın hızlı bir şekilde azaltılacağını söyleyenler bilim ve gerçeklerden bihaber sanki, sadece iyi niyete dayalı dileklerini ifade ediyorlar gibi.

Mevcut geçiş sürecinin hızlandırılması, yeşillendirmenin gerçekleşmesi ne kadar tez elden olursa o kadar iyi tabii ki ama bu sürecin küresel ekonomiyi destabilize etmesi, şirketlerin faaliyetlerini, bilançolarını altüst etmesi, hatta yenilenebilir enerji ve emisyon azaltıcı teknolojilere yapılan yatırımları bile tehlikeye atması güçlü bir ihtimal.

Burada ciddi bir çelişki ve ikilem ile karşı karşıyayız.

Yani, geçiş süreci çok yavaş olursa bu defa dünya (bugün yaşadıklarımızdan) daha büyük iklim kriz ilgili tehditlere maruz kalacak, çok hızlanırsa da, geleneksel arz arttırmaya dönük yatırımların azalması, sıkıntılar baş göstermesi, ticaret ve yatırım akışlarının belirsizliklere yanıt verebilmek için farklı yönlere savrulması riskini yaşayacağız.

Bu yüzden, net sıfır hedefine ulaşma konusundaki küresel kararlılık kuşkusuz enerji sektörünün her alanında baskın bir tema olarak devam edecek ama enerji geçiş süreci hedefleri ile enerji güvenliğini sağlama gerekliliği arasında belirgin küresel çatışmadan kaçınmamız da mümkün değil. Bu durum, ayrıca gelişmekte olan ve gelişmiş ekonomiler arasında farklı stratejik öncelikler, finansal imkanlar, kamuoyu baskısı ve endişelerle birlikte farklılaşan bakış açıları temelinde daha da karmaşıklaşıyor.

Bence çatışma ve kaos içinde yaşamaya, çalışmaya devam edecek, optimum dengeyi er ya da geç kendimiz bulacağız.

Enerji geçişi sadece birçok güneş ve rüzgar çiftliği inşa etmekle ilgili değil tabii ki. Enerji üretme, depolama, taşıma ve kullanma şekillerimizi yeniden tasarlıyoruz. Bu, küresel olarak büyük miktarda yatırım gerektirecek, güç üretimi, elektrik iletimi, imalat, altyapı, elektrikli araçlar ve ısıtma alanlarında, ayrıca tüm bu yeni yatırımlar için gereken metallerin ve minerallerin madenciliği ve işlenmesi alanında da.

Belirsizlik ve fırsat yaratan devrim

On yıldan fazla bir süredir, enerji şirketleri iş ortamlarında bir devrimle karşı karşıya. Hem belirsizlik hem de yeni iş fırsatları yaratan bir devrim. Elektrik ve gaz toptan ve perakende tedarikinin tamamen serbest bırakılması, şebeke faaliyetlerinin düzenlenmesi, güçlü fiyat dalgalanmaları yaratan toptan pazarların geliştirilmesi, sera gazi emisyonları, yenilenebilir enerji ve enerji verimliliği ile ilgili yasal yükümlülüklerin giderek sıkılaşması.

Bu devrim, enerji endüstrisinde derin değişikliklere yol açtı: Düzenlenmiş ve serbestleştirilmiş faaliyetlerin ayrılması, elektrik ve gaz değer zincirlerinde yeni iş modellerinin geliştirilmesi, elektrik tedariki ile gaz tedariki arasındaki yakınsama, yenilenebilir üretim varlıklarının güçlü büyümesi, tarihsel tedarikçilerde kamu mülkiyetinin kısmı veya tamamen geri çekilmesi ve pazar oyuncularının uluslararasılaşması ve konsantrasyonu.

Liberalize edilmiş bir piyasada arz güvenliğini sağlamak daha karmaşık.

Bu değişiklikler henüz tamamlanmadı, yeni zorluklar sürekli olarak ortaya çıkmaktadır. Rekabete açık piyasaya açılma, birçok ülkede oldukça tatmin edici değil henüz. Enerji şirketlerinin iş modelleri ve organizasyon yapıları, güçlü stratejik ve finansal konularla birlikte daha da gelişmeli.

Enerji sektörünün konsolidasyonu henüz başlangıç aşamasında: küçük oyuncular, başlangıçta tahmin edilenden çok daha iyi bir şekilde hayatta kaldılar, birçok büyük operatör henüz bazı önemli Avrupa ulusal pazarlara girmeyi başaramadı. Bunlar, gelecekteki pazar payı kayıplarını telafi etmek için yeni uluslararası pozisyonlar edinmek veya daha iyi konumlanmış oyuncularla birleşmeyi kabul etmek zorunda kalacaklar.

Nasıl değişecek?

Teknoloji, özellikle de yapay zeka enerji sektöründe kimi tahripkar kimi olumlu büyük değişiklikler yaratıyor.

Sadece teknik alanlarda değil aynı zamanda şirket yönetiminde, hukuk-enerji ilişkilerinde de. Sözgelimi, enerji şirketlerinin içindeki ve dışarıdan destek veren hukuk ekiplerinin rolü hızla değişiyor, dijitalleşiyor. Düzenleyici ortam giderek daha karmaşık hale geliyor. Maliyetleri düşürme baskısı tüm zamanların en yüksek seviyesindeyken standardizasyon ve otomasyon, verimlilik ve iç görüye giden yeni yollar yaratıyor.

COVİD-19 bu zorlukları daha da artırdı, ancak uzaktan çalışmaya ani geçiş aynı zamanda bağlantıya, merkezileşmeye ve teknolojiye daha fazla güvenme kavramının da kanıtı.

Önümüzdeki dönemde hukuk ekiplerinin yarısı avukat olmayacak. Süreçler geliştikçe ve standartlaştıkça, teknoloji hukuki hizmet alımına yönelik yeni stratejiler sağladıkça ve daha azıyla daha fazlasını yapma yönündeki talepler yoğunlaştıkça, geleneksel hukuki işlev hiyerarşisi muhtemelen daha çevik ve uygun maliyetli bir yapıya dönüşecek.

Otomatik çözümlerin, sohbet robotlarının ve diğer ürünleştirilmiş hukuk hizmetlerinin kullanımı artacak ve bunların avukatların yanı sıra farklı becerilere sahip daha çok disiplinli bir işgücünün desteğine ihtiyacı olacak. Aslına bakılırsa, hukuk fonksiyonundaki yardımcı avukatlar, veri analistleri, operasyonel uzmanlar ve diğer uzmanlar tarafından yapılan hukuki işlerin oranı, hukuk profesyonellerinin neredeyse azınlık haline geldiği noktaya kadar yükselebilir.

Günümüzde pek çok kuruluş, müşteri ilişkileri ve satışlarının yanı sıra finans ve kaynakla ilgili faaliyetlerini tek sistemlerde merkezileştirme çalışmalarını zaten yapmış durumda. Müzakereden uygulamaya ve fesih sonrasına kadar sözleşmeleri yönetme biçimlerini merkezileştirmek, benzer şekilde kuruluşun maliyeti azaltma, riski yönetme ve performansı iyileştirme yeteneğini artıracaktır.

Örneğin, bir şirket bir davayla karşı karşıya kaldığında veya mevzuat değişikliği nedeniyle çok sayıda sözleşmeyi güncellemeye ihtiyaç duyduğunda, etkilenen tüm sözleşmeleri bulma ve ele alma çalışmaları, sözleşmeler merkezi olarak erişilebilir olduğunda ve koşulları uygun şekilde yapıldığında daha hızlı ve doğru bir şekilde gerçekleştirilecektir.

Yasal işlevlerin dijitalleşmesi devam ettikçe kuruluşlar, belirli yasal alanlara hizmet eden yüksek maliyetli, bağımsız teknolojilerden giderek daha fazla kaçınabilir. Bunun yerine, daha geniş teknoloji ekosistemleriyle bütünsel olarak örtüşen çözümler için daha büyük sağlayıcılara bakacaklar.

Sürekli yenilik ve iyileştirme üzerine kurulu başarılı yasal işletim modellerini desteklemek için hukuk ekiplerinin kuruluş çapında büyük bir zihniyet değişikliğine öncülük etmesi gerekecek. Kendilerini yeni becerilerle donatmaları gerekecek ve liderlerinin de dönüşümün faydalarını gerçekleştirme konusundaki kararlılıklarını göstermeleri gerekecek. Uygulamanın yönetimin desteklediği özel bir değişim yönetimi ekibinin ellerine teslim edilmesi kritik öneme sahip olacak.

Genel olarak hukuk birimleri, daha proaktif, kanıta dayalı ve stratejik tavsiyeler sunan gerçek iş ortaklarına dönüştürülecek. Hukuk bölüm başkanları ve ekipleri, giderek artan risk, uyumluluk, yönetişim, operasyonlar ve düzenleme konularını destekleyecek. Aynı zamanda, şirketlerinin süregelen pratik hukuki tavsiye ihtiyacını karşılamak ve işletmeyi daha verimli, daha kullanıcı dostu yaklaşımlarla ve değer katmaya daha fazla odaklanarak desteklemek için yeni süreçler, teknolojiler ve beceriler uygulayacaklar.

Enerjinin geleceği, hızlı teknolojik yenilikler, değişen pazar dinamikleri ve gelişen düzenleyici çerçevelerle karakterize ediliyor ve bunların tümü karmaşık hukuki mücadelelere ve anlaşmazlıklara yol açıyor.

Bu hukuki ortamda ilerlemek, enerji hukuku, çevre hukuku, idare hukuku ve diğer ilgili hukuk disiplinlerinin yanı sıra stratejik savunuculuk, müzakere ve uyuşmazlık çözümü becerilerine ilişkin derin bir anlayış gerektirir. Enerji avukatları, bu hukuki zorlukların çözümünde uzmanlıkları, savunuculukları ve liderlikleri aracılığıyla enerjinin geleceğini şekillendirmede kritik bir rol oynamaktadır.

Düzenleyicinin rolü de değişiyor

Tedarik güvenliği, liberalleşmiş bir piyasada daha karmaşık bir şekilde gerçekleştirilmesi gereken bir konudur. Ayrıca, elektrik üretimine yapılan yetersiz yatırımlar ve Rusya ile Ukrayna arasındaki tekrarlayan gaz krizleri bağlamında birçok ülke için ciddi bir sorun haline gelmiştir. Enerji şirketleri, elektrik ve gaz altyapısına büyük yatırımlar yapmak zorunda kalacak ve gaz erişimlerini yukarı akıma doğru genişletmek zorunda kalacaklar, hem talep hem de gaz arzı açısından belirsiz bir ortamda.

Yenilenebilir enerji hala enerji karışımında küçük bir payı temsil ediyor – %10’dan az, ancak kurulu güç üretim kapasitesi açısından iyi performans gösteriyor. Enerji-iklim paketinin hedeflerine ulaşılması, enerji operatörleri için yasal, düzenleyici, ekonomik, finansal ve teknik bir zorluk oluştururken, aynı zamanda düzenleyiciler ve kamu otoriteleri için de bir zorluk oluşturuyor.

Enerji operatörleri, dağıtım şebekelerini yeniden düşünmek, kazançlı yenilenebilir enerji üretim teknolojilerine ve tamamlayıcı esnek üretim kapasitelerine yatırım yapmak, yeşil ürünler ve hizmetler etrafında yeni iş modelleri geliştirmek zorunda kalacaklar.

Diğer taraftan, küresel ve ulusal düzeylerde belirlenen hedeflerle uyumlu yeni teşvik düzenlemeleri tasarlamak zorunda kalacaklar. Hukukçular, ulusal ve uluslararası yasal çerçeveler bağlamında daha geleneksel enerji kaynaklarıyla ilgili tavsiyelerden yenilenebilir enerjilere ve düşük karbonlu enerjiye kadar geniş bir yelpazede çalışmalar üzerinde danışmanlık yapacaklar.

Dolayısıyla, sürdürülebilir bir enerji geleceğine geçiş, müşteri ihtiyaçları bağlamında mevcut piyasa koşullarını anlamak için gerekli becerileri geliştirmek ve adapte olmak zorunda olan hukuk profesyonelleri için hem zorluklar hem de fırsatlar sunmaktadır.

Enerji piyasalarını belirleyen etmenler

Bıçak sırtındaki arz ve talep dengesi en önemli belirleyicisi. Ama döviz kurları, yatırım, ticaret ve fiyat sapmaları, iklim değişikliği kaygısından kaynaklanan yeşil dönüşüm, mevsimsel denge ve fiyat oynamaları, teknolojik oyun değişikliği, vergi yükleri ve jeopolitik gerilimler de piyasalarda dalgalanmalara yol açıyor.

Son yıllarda Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sadece fiyatları yukarı doğru itmekle kalmadı, aynı zamanda ticaret yollarını değiştirdi, arz güvenliğini alt üst etti, ekonomik durgunluğu, kırgınlığı tepe noktaya taşıdı. Ardından İsrail’in Gazze’yi işgali nedeniyle Kızıl Deniz’in suları işindi, gemiler Ümit Burnu üzerinden Avrupa limanlarına yöneldiklerinden hep maliyetler arttı hem de teslim süreleri uzadı.

İran-İsrail arasındaki karşılıklı “hafif” misillemeler dünya petrolünün yüzde 20’sinin geçtiği Umman ile İran arasındaki Hürmüz Boğazını da tehlikeli geçiş bölgesine dönüştürebilir. Petrol üreticisi kartel Opec’in üyeleri (Suudi Arabistan, İran, BAE, Kuveyt ve Irak), ihraç ettikleri petrolün çoğunu boğazdan gönderiyor. Dolayısıyla, tüm bölge ülkelerinden en fazla petrol ve doğal gaz (hatta kritik mineraller) ithal eden Çin, Hindistan, Japonya ve Kore gibi dinamik ekonomiler büyük kaygı duyuyorlar.

Son krizde İranlı yetkililerin İsrail’den gelen saldırı haberlerini küçümsemesinin ardından petrol fiyatları kısa süreliğine varil başına 90 doların üzerine çıktıktan sonra yeniden 87 dolara düştü. Altın da, kısa süreliğine rekor seviyeye yaklaştıktan sonra ons başına 2.400 doların altına yerleşti.

Orta Doğu’da giderek kötüleşen çatışmaların hem petrol arzını hem de nakliyesini kesintiye uğratabileceğinden endişe ediliyor. Ülkeler, petrol ve dizel gibi yakıtların üretiminde kullanılan, “kara altın” da denilen bu emtiaya büyük ölçüde bağımlı.

Brent fiyatı, Rusya’nın Şubat 2022’de Ukrayna’yı işgal etmesinden sonra, bazı büyük ekonomilerin petrol üreten ülkeye yaptırımlar uygulamaya koymasıyla ulaştığı seviyelerin çok altında. Takip eden haftalarda petrol varil başına 125 dolara ulaştı ve bu da hane halkı enerji faturalarının sürekli olarak yüksek kalmasına neden oldu. Batılı ülkeler Ukrayna-Rusya krizinden sonra Kızıldeniz’deki aksamanın, Gazze savaşının ekonomilerini daha da küçültebileceğini ve resesyon riskini doğurabileceğini öne süren senaryolar modelledi.

ABD ve İngiltere, İran destekli Husi isyancılara yönelik gece saldırılarının, Bab-el-Mendeb Boğazı’ndan Süveyş Kanalı’na güvenli geçişi yeniden tesis ederek, Kızıldeniz ticaret yollarındaki yaygın gecikmeleri ve kesintileri tersine çevirmeye yardımcı olmaya çalıştılar. Hürmüz’de bir tıkanıklık olursa birkaç hafta içinde benzeri bir müdahale beklenebilir.

Bu arada, Rus boru hatlarından gelen arzın durdurulmasının ardından Avrupa artık fiziksel olarak Katar’dan gelen gaz akışına çok daha bağımlı hale geldi. Avrupalı enerji devleri, Rusya’daki muslukların kapatılmasının ardından Doha ile anlaşma yapmak için sıraya giriyor. Fiziksel tedarik, şu anda dünyanın en büyük sıvılaştırılmış doğal gaz ihracatçısı olan ABD’den sağlanabilse bile, Körfez’deki herhangi bir aksamada fiyat artacaktır.

Tam da dünya merkez bankalarının dönüm noktalarını düşündüğü ve faiz oranlarını düşürdüğü bir dönemde, ciddi bir enerji fiyat tırmanışı küresel ekonomiyi daha da bozabilir ve enflasyonu sabitleyebilir. Bu, aynı zamanda, Arap-İsrail Savaşı ve İran Devrimi’nden kaynaklanan geçmiş jeopolitik enerji şokunun birkaç yıl boyunca uzun süreli enflasyona yol açtığı 1970’lerle de açık paralelliklere işaret edebilir.

Enerji ve jeopolitik

Yenilenebilir kaynaklar jeopolitik kesintilerden büyük ölçüde etkilenmezken, bunlardan faydalanmak teknolojilerin ve finansmanın geniş ölçekte mevcudiyetine bağlı. Bu, teknolojiye erişim eksikliği ve sermayenin aşırı yüksek maliyeti nedeniyle birçok gelişmekte olan ülke için zorlayıcı olabilir. Bu nedenle, yenilenebilir enerji kaynaklarının yaygın şekilde yayılmasını teşvik etmek ve adil kalkınmayı teşvik etmek için teknoloji transferlerinin kolaylaştırılması ve fikri mülkiyet haklarına (İPR) erişimin sağlanması gerekmektedir.

Gelişmekte olan ülkeler, eğer teknoloji ve finansmana erişim sağlanırsa, kendi ekonomik ve enerji güvenliklerini geliştirirken bölgesel ve küresel enerji piyasalarının dayanıklılığını da artırabilirler. Bunu yapmak yalnızca yurt içi büyümeyi teşvik etmekle kalmaz, aynı zamanda bu ülkeleri küresel temiz teknoloji pazarında rekabetçi oyuncular olarak konumlandırabilir. Küresel yeşil ekonomiye entegrasyonları, faydaların ve teknolojik ilerlemelerin daha adil dağılımını destekleyebilir ve az sayıda ülkeye bağımlılığın azaltılmasına yardımcı olarak enerji piyasalarını daha dayanıklı hale getirebilir.

Bu dönüşümün temel direklerinden biri olan kritik hammaddeler, şu anda, öncelikle Çin’in tedarik zincirleri üzerindeki hakimiyetiyle ilgili olan kritik jeopolitik meselelerle iç içe geçmiş durumda. Çin ile ABD arasındaki gerilimin arttığı bir dönemde, Çin’in kullandığı jeo-ekonomik baskı, bir dizi somut risk oluşturuyor; her şeyden önce, karbondan arındırma sürecinin potansiyel yavaşlaması, iklim değişikliğine karşı çabaları tehlikeye atıyor.

İsrail ile İran arasında son dönemde yaşanan silahlı temaslar sadece Orta Doğu için değil, tüm dünya için çok ciddi bir mesele olabilirdi. Çünkü bölge dünya enerjisinin yüzde 25-30’unu sağlıyor. Ancak kimse bu savaşı istemiyor; bu yüzden çatışmanın her iki tarafında da tırmanmaması yönünde çok fazla baskı var.

İnsanların unutma eğiliminde olduğu ikinci şey ise ABD de dahil olmak üzere OPEC dışından gelen petrol arzında büyük bir artış olduğu.

İnsanlar arz riski olduğunu düşünmüyor ve OPEC+ yedek kapasitemiz var. Bu tamponu herhangi bir olay anında piyasada var olan marjinal kapasite sağlıyor. Hacimleri azaltan OPEC+ ülkeleri daha fazla üretmeyi çok istiyor. Ancak bilinçli olarak kısıtlanıyorlar çünkü piyasaya daha fazla petrol sürerlerse fiyatların istenmeyen seviyelere ineceğini görüyorlar.

Kesintilerin tersine çevrilmesi konusunda bir şeyler yapılması konusunda OPEC içinde bile çok fazla baskı var, ancak bunu yapmaya güçleri yetmiyor. Kaya petrolünün yükselişte olduğu 2014 yılında da aynı durumdaydık, fiyatların düştüğünü ve herkesin dramatik bir şekilde acı çektiğini gördük. Kaya petrolü ile OPEC arasında pazar payı savaşının olduğu senaryoya geri dönmek istiyor muyuz?

İnsanların derslerini aldığını ve bu seviyelerde daha iyi durumda olduğumuzu düşünüyorum. Bence OPEC+, talebin ciddi şekilde arttığını görene kadar bu kesintileri sürdürmeye devam edecek.

Petrol fiyatları 150 veya 200 dolara çıkarsa dünyanın geri kalanına ne olur? Zaten enflasyonla mücadele ediyoruz. Fiyatların bu seviyelere çıkacağını düşünmüyorum. Aslına bakılırsa OPEC dışı arz nedeniyle biraz daha aşağı indiklerini görüyorum. Bu marjinal variller, ileriye dönük fiyatlandırmamızı belirleyecek olanlardır.

Çin için İran petrolünden daha önemli olan şey, Çinli şirketlerin büyük ilgi gösterdiği Irak petrolü. Çin’in bu petrol sahalarına, Irak’ın altyapısına, binalarına, okullarına ve diğer alanlarına yaptığı yatırımların miktarı nedeniyle Çin’e dünyanın herhangi bir yerinden daha fazla Irak petrolü gidiyor.

Batı’nın yeni “yumuşak karnı”

Yeşil ekonomiyi desteklemek için temel malzeme olan lityum, bakır, kobalt ve nadir toprak elementleri gibi kritik minerallerin güvenliğini sağlama ihtiyacı, enerji güvenliği ve mevcut jeopolitik manzaraya yeni zorluklar getiren yeni bir boyut katıyor. Bu elementler, akıllı telefonlardan bilgisayarlara, elektrikli arabalardan yüksek teknolojili savaş uçaklarına ve uydulara kadar çok geniş bir alanda imalat süreçlerinin önemli bir parçası haline gelmiş durumda.

Ve bu alanlarda tedarığın gelecek Suudi Arabistan’inin Çin olduğunu söylemeye gerek var mı?  Küresel nadir toprak elementi rezervlerinin yüzde 36’sı 22 milyon ton ile Çin’de bulunuyor. ABD’nin küresel rezervler içerisindeki payı ise yüzde 1,2 ile sınırlı. Çin’in ardından en büyük rezerve sahip ülkeler Brezilya ve Vietnam. Çin’in işlenmiş element ihracatını durdurması durumunda ABD’de birçok sektörün üretim yapamaz hale gelmesi riski var.

Chatham House’a göre Çin, aynı şekilde kritik minerallerden lityum ve kobaltın damıtılmasında uzun süredir lider konumunda ve küresel tedarikteki payı 2022’de her bir mineral için sırasıyla yüzde 72 ve yüzde 68’e ulaşıyordu.

Yani, ABD’nin (ve de Batı’nın) yeni “yumuşak karnı”ndan bahsediyoruz.

ABD, AB ve Çin rekabeti

Hızla artan enflasyon ve kötüleşen Çin ilişkilerinin ardından, Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Joe Biden, 16 Ağustos 2022’de Enflasyonu Azaltma Yasasını (IRA) imzalayarak yasalaştırdı. ABD’nin yeni sanayi politikasının temeli olarak tasarlanan IRA, ülkenin ekonomik yapısını yeniden inşa etmeyi amaçlıyor. 500 milyar ABD doları yeni harcamalar ve vergi indirimleri de dahil olmak üzere endüstriyel kapasite; bunların neredeyse 400 milyarı temiz enerjiyi artırmayı hedefliyor.

Atlantik’in diğer tarafında Avrupa Birliği, IRA’dan kaynaklanan potansiyel endüstriyel rekabet gücü kaybıyla ilgili endişelerini dile getirdi. Buna yanıt olarak AB, Şubat 2023’te kendi Yeşil Anlaşma Sanayi Planını (GDİP) açıkladı. Bu planın amacı, AB’nin iklim hedeflerini karşılamak için net sıfır üretim kapasitelerinin geliştirilmesini teşvik etmek.

Hem IRA hem de GDİP’nin, farklı yaklaşımlarla da olsa, özellikle temiz teknolojide Çin’e bağımlılığı azaltmak gibi ortak bir hedefi var. ABD, yüksek değerli üretimi kıyılarına geri getirmeye odaklanırken, AB tedarik zincirlerini geliştirip çeşitlendirmeyi hedefliyor. Bu farklılık aynı zamanda “ayrıştırma” ve “riski ortadan kaldırma” arasındaki tartışmaya da yansıyor; politika yapıcılar tedarik zincirlerini yurt içinde tamamen yeniden desteklemenin zorluklarını fark ettikçe ikincisi son zamanlarda önem kazanıyor.

ABD ve AB endüstriyel ve jeoekonomik hedefleri paylaşıyor ancak yeşil tedarik zincirlerinin ilk aşamalarına ilişkin benzer zorluklarla da karşılaşacaklar. Heterojen yaklaşımlarına rağmen Batılı politika yapıcılar aslında enerji geçişine kaynak sağlamak amacıyla temiz teknoloji üretimi için kritik hammaddeleri güvence altına almak zorunda kalacaklar.

Türkiye’nin kendi enerji dinamikleri

Türkiye’nin enerji ikmal güvenliği aynı zamanda artan ölçüde milli güvenlik meselesi. İklim değişikliği, vergi, ticaret dengesi, rekabet, dış politika, teknoloji ve finansman boyutları ile de hemen her alanda şah damarımız. Siyasi müzakerelerde de “al gülüm, ver gülüm” kozu olarak kullanılbiliyor Rusya, İran, Azerbaycan, Irak’ın Kürt bölgesi ve Doğu Akdeniz’de çok sık yaşıyoruz çarpıcı örneklerini.

Burada doğal gaz çok önemli bir yer tutuyor zira elektriğin yüzde 33’unun üretimini sağlayan bu yakıtın yaklaşık yüzde 98’ini ithal ediyoruz. Yıllık 54 milyar metreküp civarında.

Bunun yüzde 40’i Rusya’dan geliyor.

Oldukça yüksek bir bağımlılığı oranı. Bunu, mutlaka yönetilebilir ve kriz dönemlerinde enerji silahı olarak kullanılamayacak bir düzeye çekmek gerekiyor. Avrupa LNG hariç Rusya’ya bağımlılığı neredeyse sıfırladı Ukrayna savaşı dolayısıyla, muazzam bir enerji dönüşümü gerçekleştirmeye çalışıyor, enflasyonu körükleyen maliyeti yüksek olsa da.

Boru hattı doğal gazı Rusya’nın yanısıra İran ve Azerbaycan’dan da geliyor. İleride Irak’ın Kürt bölgesi ve Doğu Akdeniz’den gelmesi ihtimali var.

Dahası, seçimler sırasında ayyuka çıkartılan ama sonrasında aynı yoğunlukta konuşulmayan Zonguldak açıklarındaki Sakarya gaz sahasında  keşfedildiği söylenen toplam 710 milyar metreküplük doğal gaz rezervi de mobilize edilebilir. Yerli gaz ihtiyacımızın yüzde 10’unu karşılayacak boyuta çıkabilir, şayet yatırım kesintisiz devam edebilirse.

Hali hazırda LNG toplam doğal gaz ihtiyacımızın yaklaşık yüzde 30’unu sağlıyor (bu oran 10 yıl önce yarı yarıya idi). Katar, Cezayir, Umman gibi ülkelerin ve mevsimsel ihtiyaçlar için spot piyasaların yanısıra artan ölçüde ABD LNG’si de satın alıyoruz. Geçen yılki ithalatımız 5 milyon ton idi. Hem tedariki çeşitlendirmek, hem de Washington ile nane limon ılışkileri enerji ticareti ile tatlandırmak, aynı zamanda da Rusya’ya bağımlılık ile ilgili üzerimizdeki Amerikan baskısını dengelemek, hafifletmek için.

Sürekli “fiyatı rekabet edebilen her gazi alırız” diyoruz ama bakmak lazım fiyat bakımından bizim nihai kullanıcılarımıza hangi üreticiden LNG ya da boru hattı ithalatı daha avantajlı diye.

Jeopolitik ve ekonomik baskı

ABD, Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerde seçim yapması yönünde baskısını devam ettiriyor, elinde yeterince manivela gücü de var Ankara karşısında. Rusya ile nükleer dahil enerjide tek yönlü bağımlılık artışını dizginlemek için enerji ticaretinin Moskova ile azaltılıp ABD ile arttırılması pazarlığın bir parçası olabilir. Başka bir görüş: Cumhurbaşkanı’nın Biden ile Mayıs’ta yapılacağı açıklanan ama sonra iptal edilen Beyaz Saray randevusunu yeniden takvime koydurmak için bu ticari anlaşma kullanılabilir Ankara tarafından.

Dünyanın en büyük enerji şirketi ExxonMobil istediği zaman Beyaz Saray, Pentagon ve Dışişleri nezdindeki ağırlığını kullanabiliyor. Hem yeterince taviz kopartabilirse karşılığında bizim lehimize, hem de kendi ticari menfaatleri için. Bu defa, ABD’li şirket, LNG satışlarını 2030’a kadar yılda 40 milyon tona çıkarmak istiyor. QatarEnergy ortaklığıyla inşaatı devam eden ve 2025’te yılda 18 milyon ton üretime başlaması beklenen Golden Pass LNG terminalinde yüzde 30 hisseye sahip. Ve bu büyük LNG yatırımı için uzun vadeli satın alım anlaşmasına ihtiyaç duyuyor finansörler nezdinde. Türkiye’ye önümüzdeki yıldan başlayarak 10 yıl süreyle yılda 2.5 milyon ton satabilecek, şayet anlaşmaya varılırsa. Bu, Türkiye’nin geçen yılki doğalgaz tüketiminin yüzde 7’sine denk geliyor.

İşin içine ExxonMobil’in bu projedeki iş/yatırım ortağı olarak QatarEnergy girince tabii ki Külliye ve Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın Ankara’nın yakın dostu Katar Emiri Sheikh Tamım bin Hamad Al Thanı’nın ricasını kırması zor olabilir.

“Yeni tedarik portföyü” oluşturulurken Rusya ve İran’la yapılan uzun vadeli anlaşmaların süresinin 2025 ve 2026’da dolacağını, Ankara’nın bu süreçte LNG hacmini ve tedarikçi sayısını arttırarak Moskova ve Tahran ile müzakerelerde elini, kozlarını güçlendirmek isteyeceğini de düşünmemiz lazım. Cezayir ile LNG anlaşmasının da üç yıl daha bu kapsamda uzatıldığını, Umman ile yeni bir anlaşma imzalandığını da not etmek gerekiyor.

Malum, Türkiye, geçen yıl Avrupa çapında en çok kömür kullanan ülke olarak Almanya’yı yakaladı, Polonya’yı geride bıraktı. İklim değişikliği çabalarında (elektrik üretiminin üçte birini sağlayan) kömürü devre dışı bırakmak için üzerimizdeki baskının önümüzdeki dönemde artmasını bekliyoruz.

Nitekim, AB “Yeşil Mutabakat” çerçevesinde dünyanın en büyük pazarlarına ve finans piyasalarına erişimimizi sınırlandırma kozunu bu çerçevede ustaca kullanıyor.

Doğal gazın bile tü kaka ilan edildiği, yatırım için finansman bulamadığı bir küresel ortamda kömür, doğal gaz, petrol, yenilenebilir ve nükleer dengesini ulusal ve küresel gerçekler, dinamikler ışığında yeniden kurmamız zorunluluk arz ediyor.

Ama kısa ve orta vadede doğal gaz hem elektrik üretimi, hem sanayi, hem tarım (gübre yapımında), hem de konutlarda vazgeçilmez olmaya devam edecek boru hattı ve LNG ithalatı ve yerli üretim yoluyla temin edilerek.

Bu yüzden, ExxonMobil’in yanısıra diğer tedarikçilerle de dirsek temasını ihmal etmeden ülke ekonomisi için en iyi fiyatlarda, en güvenli ve siyasi/ekonomik yararları da maksimize edecek bir doğal gaz arz stratejisi izlememiz gerekiyor.

Jeopolitik riskler, yeni savaş türleri, enerji

Artık şaşırmıyoruz. İsrail, İran’a saldırdığında ya da Rusya Moldova’ya ait Trans-Dinyester’i de topraklarına ilhak etme yönünde çaba gösterdiğinde.

Tahran’ın Pakistan topraklarını füzeleriyle vurması da şaşırtmıyor, Libya’da uzun zamandır Türkiye’ye muhalefet eden Hafter kuvvetlerinin Ankara ile masaya oturması da.

Hatta yarın bir gün Çin Halk Kurtuluş Ordusu kuvvetleri Tayan’ın işgal etmeye kalkışırsa ya da Etiyopya sınırı geçip yeniden Eritre’ye girmeye kalkışırsa, Azerbaycan, Türkiye ve Rusya arasında sıkışıp kalmış yalnız Ermenistan İran ve Fransa ile birlikte intihar anlamına gelecek bir maceraya atılırsa da şaşırmayız.

“Üçüncü Dünya Savaşı ne zaman başlayacak?” diye soranlara basit bir yanıt veriyorum: “Haberiniz olmadı galiba, çoktan başladı bile”. Sanmayın ki önümüzdeki dönemde tıpkı Birinci (1914-1918) ve İkinci Dünya Savaşı (1939-1945) gibi tüm dünyayı saracak yeni bir topyekün silahlı savaş yaşayacağız.

Öyle bir şey olmayacak.

Üçüncü Dünya savaşı bence başladı; sadece şimdiki savaşlar zaten öyle F-16’lar, tanklar, füzeler, nükleer başlıklar ile yapılmıyor. Ya vekalet savaşları cereyan ediyor ülkeler doğrudan birbirlerinin ensesine binmek istemedikleri için, ya devletlere uluslararası hukuk sorumluluğu yüklememek için savaş Rus Wagner, Amerikan Black Water, Fransız Lejyonerler gibi bir nevi paralı askerler üzerinden yürütülüyor. Ya da teknoloji, ticaret, enerji, şu, gıda, döviz, biyolojik savaşlar yaşıyoruz son 30 yıldır olduğu gibi.

Doğrusunu isterseniz piyasalar artık jeopolitik risk ve krizler ile yaşamayı öğrendi. Fiyat sıçramaları üstesinden gelinmeyecek boyutlarda olmuyor bu ihtilaflardan dolayı çoğu zaman.

İsrail’in asıl hedefi

İsrail’in amacı sadece yaratılmasına katkı sağladığı Hamas Gazze şeridinden çıkartmak değil oradaki 2.5 milyona yakın Filistinliyi tamamen çıkartarak Akdeniz kıyılarına kadar tüm bölgeyi kendisine katmak, İsraillileri oraya yerleştirmek. Bu amaçla, tüm dünyanın gözleri önünde ve adeta Batı’nın kayıtsız şartsız desteği ile Gazze’den Mısır’a çıkışın anahtarı olan Refah kapısına doğru sürüyor Filistinlileri.

Hatta daha da ileri gidip Lübnan’ın güneyini (hiç de kolay lokma olmayan) Hizbullah’tan temizlemek, Suriye kontrolündeki (1967’den bu yana İsrail işgalinde olan, 1981’den itibaren de uluslararası hukuka aykırı şekilde ilhak etmiş olduğu) Golan Tepelerinin ötesindeki Suriye topraklarını da etkisiz hale getirmek.

Nitekim, sık sık Suriye, Irak ve İran’daki kendisine zararlı gördüğü hedefleri destursuz vurmaya devam ediyor.

Bu amaçlarına ulaşana kadar da Tel Aviv’in çatışmaları sona ermesini ummak çok iyimser bir beklenti olur. İran’ın bence en güzel kenti İsfahan’a İsrail’in misilleme amacıyla gönderdiği üç minik insansız hava aracı aslında kentin hemen kuzeyindeki Natanz uranyum zenginleştirme tesisine ve Shekarı askeri üssüne kadar ulaşabildiğini göstermek bakımından sembolik önemi haiz.

Yeni bir 2030 vizyonu gerekiyor

Gerçekten de öyle. Hiç lamı cimi yok. Mültecileri saymazsak 85 milyonluk orta sıklet bir ülkeyiz dünya liginde. Geçen yıl 1 trilyon doların üzerinde idi ilk defa GSMH’si. Satın alım gücü paritesine göre hesaplarsanız 2.75 trilyon dolar ile dünyanın ilk 10 ekonomisi arasında gözüküyoruz.

Küresel haritaya bakınca Çin’den Almanya’ya, Rusya’dan Suudi Arabistan’a uzanan geniş coğrafyanın en büyük ve güçlü devletiyiz, nüfus, ekonomi, silahlı kuvvetler, beşeri sermaye, kültürel hinterland gibi birçok bakımdan.

Tarihi, insan sermayesi, ekonomik kaynakları, doğası, coğrafyası ve komşuları ile de eşsiz zenginlikteyiz. Potansiyelimiz sınırsız. Altyapısı da sağlam, hatta sadece Ortadoğu ve Avrasya değil birçok Avrupa ülkesi ve ABD’den bile daha iyi.

Madem temel direkleri, altyapısı bu kadar sağlam, nisbeten zengin bir ülkeyiz o zaman neden bizi zaman zaman bunalıma sokan bir dizi sıkıntı ve sorunlar ile boğuşmaya devam ediyoruz?

Çünkü…

– Kaynaklarını yeterince ve akıllıca üretim, teknoloji ve verimliliğe akıtamıyor, yolsuzluk, rant avcılığı almış başını gidiyor,

– Merkez Bankası verilerine göre, kısa vadeli dış borç stoku, 171,9 milyar dolara çıktı, bu yıl içinde ödenmesi gereken dış borç ise 226,3 milyar dolar düzeyinde ,

– Dünya sisteminde menfaatlerinin peşinde saygın, güvenilir ve akıllıca hareket etmiyor,

– Azınlık bir istisna kesim dışında gençleri dünya liginde oynayabilecek kalitede ve çağdaş temelde doğru eğitilmiyor, yeteneklerine tatminkar bir gelecek sunulmadığı için dışarıya hatırı sayılır beyin göçü var,

– Din, etnisite, cinsiyetin kişilerin kendi alanları kabul edileceği, saygı duyulacağı, bastırılmaya çalışılmayacağı bir özgürlük anlayışı hala yerleştirilemedi hala,

– Özgürlüğe, liyakata, kültür ve sanata, insanı değerlere, doğaya saygıya, adalete, güvenlik ve sürdürülebilir kalkınmaya “olmazsa olmaz” önem verilmiyor,

– Çevresine, üzerinde oturduğu tarihi mirasına özen göstermiyor, korumuyor, çarpık kentleşmeye son verip insanı ve doğayı öne çıkartan özgün mimarı geliştirmiyor,

– Enerjisini temizleyeceği, akıllı teknoloji ve sanayiler geliştireceği, markalaşmayı çoğaltacağı, turizmini şampiyonlar ligine taşıyacağı bir kalkınma modelini icraya dönüştüremiyor,

– Kutuplaşma yerine iyi tanımlanmış, paylaşılan ortak hedefler, heyecanlar yaratan bir vizyona sarılamıyor insanları,

– Ülkenin yönetim mimarisi tüm bu beklenti ve iyi yönetişim prensiplerine göre oluşturulamıyor,

– Yetkin kadroların, akıllı liderlerin, yeni kuşak girişimcilerin işbaşına getirilmesine imkan sağlanamıyor,

– Her şeyden önce de gençlerine gelecek umudu, heyecanı aşılayamıyor, istikamet duygusu belirsiz.

Kendinizi biraz daha zorlarsanız bu liste daha da uzatılabilir.

Aslında bana soracak olursanız yukarıda sıraladığım sorunların çoğunun çözümü, siyasi irade olsa ve ciddi bir stratejik çerçeve çizilse, zor değil.

Malum, 2023 vizyonunu tutturamadık. Büyük bir hedef-gerçekleşme açığı vardı. Ayağı yere basmadığı, ülkenin temel oyuncularının katkısı olmadan hazırlandığı, muazzam bir kaynak ve insan israfı yaşandığı, ayrıca dünya konjonktürü de izin vermediği için.

Ülkenin hem kendi insanlarına, kurumlarına, şirketlerine hem de dış aktörlere istikamet duygusu verecek gerçekçi yeni bir vizyona ihtiyaç var.  Herkes mutabık. Artık içinde yaşadığımız teknoloji çağında uzun vade kısaldı.

Öyle 15-20 yıl sonrasının değil önümüzdeki altı yılın hedeflerine odaklanmalı, bugünden başlayarak 2030 Türkiye vizyonunu her birlikte geliştirmeliyiz. Dünya sisteminde yeni fırsatları kaçırmamak için bu şart.

Ben kendi adıma okyanusta bir damla bile olsa bazı önerilerimi “Türkiye İçin Gerçekçi bir 2023 Yol Haritası” kitabımda kaleme almıştım, bunların bir kısmı 2002’den bu yana AKP hükümetlerince benimsendi ama icra sonuçları hayal kırıklığı yarattı.

Şimdi değişen dinamikleri ve yeni küresel oyunu da hesaba katacak şekilde 2030 vizyonu üzerine çalışıyorum.

Ne demişler, “Damlaya damlaya göl olur”. Hepimiz eteğimizdeki taşları dökmeli, kendi hayal gücümüz, vizyonumuz izin verdiği ölçüde – ki bunların toplamı bize ulusal yol haritasını gösteriyor – hemen harekete geçmeliyiz.

Bölgedeki jeopolitik riskleri gidermek için birçok başkent çaba gösterirken hem bölgeye enerji ithal bağımlılığı yüksek hem de Kuşak-Yol ve benzeri girişimlerle jeopolitik nüfuz alanını genişletmeye çalışan Çin’in pek esamisi okunmuyor.

Sanırım Suudi-İran yakınlaşmasını kotardığı gibi mevcut kriz ortamında da perde gerisinde çalışmayı tercih ediyor. Hem de Batı’nın bu krizler durulduktan sonra kızgın projektörleri kendisi üzerine çevireceğini çok iyi biliyor. Buna hazırlıksız yakalanmamak için şimdiden kendi menfaatleri doğrultusunda çalışıyor.

Ve Türkiye hem enerji ithaline göbeğinden bağımlı orta sıklet bir bölgesel güç olarak ekonomisine ilave yük gelmesini önlemek, hem bölgeki mevcut istikrarsızlığın daha da artmasının kendisine de sıçrayacağından kaygı duyduğu, hem de bölge dışı güçlerin kendi arka bahçesinde orantısız güç ve nüfuz kazanmalarını istemediği için bölgesel gerginlik ve ihtilaflarda çözüm üreten taraf olmak için çırpınıyor.

Güven, güven, güven…

Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’nin milli menfaatlerinin korunmasının omurgası olduğundan daha sonra katıldığım diplomatik kariyerde de bize öncelikle devlet terbiyesi öğretildi. Güvenin önemini ve değerini her an ensemizde hissediyorduk. Şahsi menfaatlerin arka sıralara itildiği, devletin ve milletin menfaati, itibarı ve namusunun birinci öncelik olduğu bir anlayış tüm hücrelerimize sirayet etti.

Biz devletimize güvendik devlet de genç yaşlardan itibaren geniş sorumluluk ve görevler vererek bize güvendi.

Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun borçlarını en zor koşullar altında bile ödedi. Payımıza düşen 107,5 milyon altın Osmanlı lirası tutarındaki borcun ödenmesi için Duyun-u Umumiye İdaresi ile 13 Haziran 1928 tarihinde Paris’te bir anlaşma imzalandı. Borçların son taksitini, ilk dış borcun alınmasından tam yüzyıl sonra, 25 Mayıs 1954’te ödeyerek sıfırladı. O yüzdendir ki hala ekonomik kırılmalara rağmen borç verilmekte tereddüt edilmeyen bir ülkeyiz.

Güvenin ne kadar önemli olduğunu izleyen yıllarda üstlendiğim İEA, OECD, British Gas, Invensys, Genel Energy gibi uluslararası görevlerde, girdiğim ticari iş ve şahsi ilişkilerde de gördüm.

Ve güveni kötüye kullananların nasıl zora düştüklerine, itibar kaybına uğradıklarına, bunun yarattığı ruhsal bozukluklara, hayatlarının altüst olmasına tanık oldum.

O yüzden görevlendirdiğiniz insanları iyi seçin,  güvenin, onları yetkilendirin, hak ettikleri ücreti ödeyin ziyadesiyle, güvenmiyorsanız yine suç sizde demek ki yanlış seçim yapmışsınız.

Devletlerarası ilişkilerde de size duyulan güven kaybolursa yeniden kazanmak onyıllar sürer, siyasi, güvenlik ve ekonomik menfaatleriniz aşınır, dünya liginde saygınlığınız zedelenir, küme düşersiniz. Ticarette, finansta kimse sizinle iş yapmak istemez güveni sarstığınızda.

Elbette ki yaşadığımız krizler, sorunlar, çatışmalar günümüzde – bizim yıllar boyunca yaşayarak içselleştirdiğimiz anlamdaki – güveni hemen her alanda geriletti. İnsanlara güvenmemek hakim duygu haline geliyor.Ancak sınavlardan geçtikten, dürüstlüğüne ikna olduktan sonra birbirimize güvenebilir olduk. “Deneyim, yediğiniz kazıkların toplamıdır” deyişi ne yazık ki güvensizliğin tavan yaptığı bir dönemi yansıtıyor.

Ama yine de “güven, güven, güven”e dayalı 3G prensibi hepimiz için en hakiki gerçek; her şeye rağmen de öyle kalmalı, nesilden nesile. Güvensiz bir yaşam çekilmez, içten içe çürütür elimizdeki her şeyi.

Şirketler, enerji, yatırım ve jeopolitikteki yeni oyun değiştiricilere uyum sağlamak için kendi iş modellerini değiştiriyor, yeniden markalaşıyor, oyun planlaarını ve gelecek öngörülerini gözden geçiriyorlar. Birçok hükümet, güvenli, uygun fiyatlı ve alternatif kaynaklar arayışında. Ayrıca, “net sıfır” politikaları için yapılan çağrılar, yeni petrol ve gaz gelişmelerine yapılan yatırımlarda azalma ile sonuçlandı, bu durum muhtemelen yakın gelecekte arz sıkıntısına yol açacak.

10Haber bültenine üye olun, gündem özeti her sabah mailinize gelsin.