Bu başlığı görünce gençler belki de “Hele biz ebeveynlerimizden neler çekiyoruz, bir bilseniz” diye karşılık vermek isteyebilir.
Bizim kuşak ile çocuklarımız arasında hemen her gün ciddi bir çatışma, gerilim ve karşılıklı sıkâyet salvosu yaşanıyor, kimi zaman bunu gizlemeye, dış dünyaya hissettirmemeye çalışsak da. Eğer bir noktada geriye çeviremezsek sonuçları iki taraf için de vahim olacak bir durum bu.
Aramızdaki karmaşık ilişkileri tam anlayamadan, kök nedenlerine eğilmeden iki tarafı da memnun edecek, en azından çatışmayı tırmandırmayacak bir çözüm, ortak zemin bulmak veya en azından sorunlarla birlikte yaşamayı öğrenmek pek mümkün görünmüyor.
Son dönemde tanıdıklarımın çocuklarıyla ilgili öylesine yoğun destek talepleri geliyor, öyle hikayeler dinliyorum ki ironiyle “Bu konuda bir danışmanlık şirketi kursam, müthiş iş yaparım” diye düşündüğüm bile oluyor; hele bir de “terzi kendi söküğünü dikemezmiş” deyişine uygun şekilde kendi yaşadıklarımı yansıtsam.
Çoğu ebeveyn çocukları ile ilgili sıkâyetlerine artık kanıksadığım şu cümlelerle başlıyor:
“Biz onun için çırpınıyoruz, varımızı yoğumuzu uğruna harcıyoruz ama o kendi geleceğini düşünmüyor, ne doğru dürüst ders çalışıyor, seçenekler yaratmak istiyor geleceği ile ilgili, ne bize yükünü azaltmak için iş arıyor, ne doğru dürüst insan içine çıkıyor, ne de yaptıklarımızı takdir ediyor; dahası içine kapanık, çok karamsar ve kendi dünyasından memnun gibi yaşıyor. Üstelik kendi iyiliği için yaptıklarımızı, söylediklerimizi kendisine bir saldırı olarak da algılıyor”.
Başka bir ebeveyn ise, oğlunun üniversite giriş ve iş başvurularını bile kendilerinin yaptığını, kayda değer sosyal hayatı, motivasyonu, yakın arkadaşı olmadığını, bencilliğinin had safhada olduğunu, paylaşmayı sevmediğini anlatıyordu.
Hatta, kızgınlıkları ve hayal kırıklıkları öyle bir noktaya gelmiş ki “keşke çocuk sahibi olmasaydık” diye pişmanlık dile getiren ebeveynlerin sayısı azımsanmayacak kadar çok.
Ebeveynlerin endişeleri, şikâyetleri ve kaygıları inkâr edilemez bir gerçek ve çağımızın kronik sorunlarından biri. Yine sorun olan bir gerçek daha var ki o da ebeveynlerin çocuklarının mevcut zorluklarını ve önlerindeki sundukları fırsatları, tamamen farklı bir döneme ait olan kendi çocukluk ve gençlik deneyimleriyle kıyaslayarak anlamaya çalışmaları.
Sürekli kendi zorlu mücadelelerini, kıtlıkları ve geçmişteki sıkıntıları hatırlıyorlar: Sokak lambasının altında ders çalıştıkları, soğukta kat kat giyinerek kitap parası için hafta sonları simit sattıkları, arabaları yıkadıkları ya da yaz tatillerinde çırak olarak çalıştıkları günler…
Bu örnekleri verdikten sonra, tek dileklerinin çocuklarının benzer zorluklarla karşılaşmadan rahat bir gelecek kurmaları olduğunu vurguluyorlar. Fedakârlıklarının yeterince takdir edilmediğini, “siz de dünyaya getirmeseydiniz beni” diye karşılık verildiğini söyleyenleri de dinledim.
Oysa en erken çağlardan itibaren çocuklarını altın kaşıkla beslemek yerine onlara ayakta durmayı, kendi sorumluluklarını üstlenmeyi, beceriler kazanmayı, duygusal zekayı, zorluklar ile kendi başına mücade etmeyi öğretseler belki sonuç farklı olabilirdi.
Unutmayalım ki madalyonun her zaman öbür yüzü de var. Bu hassas konuda gençlerin bakış açısını da dinlemek lazım dengeli ve adil bir yaklaşım, tavır için.
Gençler açısından ebeveynlerin kendilerinden yüksek beklentileri ve üzerlerindeki toplumsal baskılar, onların geleceğe dönük kimlik arayışlarını daha da karmaşık hale getiriyor. Sosyal medya çağında büyüyen bu kuşak, sürekli başkalarıyla ve özellikle ebeveynlerinin geçmişiyle kıyaslanmayı sevmiyor; özgün ve özgür olmak istiyor gerçi bunun gereklerini yerine getirmekte pek çabna göstermese de.
Ebeveynlerinin geçmiş başarı hikâyelerini, çektikleri zorluklar ile nasıl başa çıkabildiğini dinlemek, çoğu zaman gençlerin kendilerini yetersiz hissetmelerine ve özgüven kaybına yol açıyor. O hikayelere kulak tıkamayı tercih ediyorlar, bambaşka bir dünyada ve bambaşka koşullar altında olduklarının altını çizerek.
Daha yoksul bir ortamda büyüyüp kendi hayatını kendisi erken yaşlardan itibaren kazanmak zorunda olan gençler ilerleyen yaşlarda daha dayanıklı, daha girişimci ve sosyal, duygusal zekası daha gelişmiş bireyler olarak nisbeten el bebek gül bebek yetiştirilmiş olanlara kıyasla daha başarılı, daha varlıklı oluyorlar.
Tabii çocukluğunda, gençliğinde yaşayamadıkları, tadamadıkları ileriki yaşlarda onların farklı sorunlara saplanıp kalmalarına yol açabiliyor.
Gençler artan ölçüde “maymun iştahlı” hale dönüyor; girişimcilik ruhlarını ve yenilik yapma isteklerini kaybedince ve istedikleri sonuçları süratle alamayınca vazgeçiyor, hayatla bağlarını gevşetiyorlar.
Sosyal medyanın etkisiyle, gerçek beceriler geliştirmek ve kendilerini rahat hissedecekleri ortamlar yaratmak yerine, kendilerini abartabilecekleri sanal bir dünyada var olmayı, abartılı imaj ve başkalarının gözünde değer katacağını düşjndükleri yaşam stilini tercih ediyorlar.
Gençler dünyanın geleceğinin belirsizliğinden de çok etkilyorlar. Tünelin ucunda ışık görmek zorlaşıyor. Ekonomik sıkıntılar ve işsizlik oranları, gençlerin gelecek kaygılarını haklı olarak artırıyor. Eğitim sistemiyle iş piyasası arasındaki uyumsuzluk, mezuniyet sonrası iş bulma şanslarını daha da azaltıyor ve endişelerini derinleştiriyor.
Bu kuşak çatışması yalnızca aile içinde değil, iş hayatında da belirgin biçimde kendini gösteriyor. Bizzat tanık olduğum birçok örnek, bu dinamiklerin nasıl iş dünyasına taşındığını gözler önüne seriyor.
İş yerlerinde, yaratıcı, özverili ve adeta “olmazları oldurmaya çalışan” gençler olduğu kadar, daha işe gireli üç ay olmadan terfi almak, daha fazla kazanmak isteyen, mevcut hiyerarşik düzeni kabullenmek yerine başkaldıran, çok şikâyet edip az iş yapan gençler de var. Bu durum, kuşaklar arası anlayış farkının iş ortamında çatışmalara, hatta bazen motivasyon ve verim kaybına yol açmasına neden oluyor.
Ancak bu gençlerin şikâyetlerini tamamen görmezden gelmek de doğru değil. Onların daha fazla anlam ve değer arayışı içinde olduklarını, yalnızca emir alıp uygulayan bir işçi değil, karar süreçlerine katılan bir birey olmayı istediklerini unutmamak gerekiyor.
Nasreddin Hoca misali, ebeveynlere de gençlere de “Sen de haklısın” demek gerekiyor. Ancak asıl mesele, iki tarafın da aslında benzer hedeflere sahip olmasına rağmen farklı diller konuşmasından kaynaklanıyor. Çağlar farklı, fırsatlar farklı, sorunlar farklı…
Bu iletişim kopukluğu, zamanla daha büyük çatışmalara yol açıyor. Sert ve eleştirel bir iletişim tarzı, gençlerin kendilerini ifade etmesini zorlaştırırken, ebeveynler de çocuklarının davranışlarını saygısızlık ve ilgisizlik olarak yorumluyor.
Bu karmaşık durumu çözmek için atılabilecek adımlar şunlar olabilir:
•Açık İletişim: Ebeveynler ve yöneticiler, gençlerle açık ve dürüst bir iletişim kurmalı. Kendi endişelerini paylaşırken, onların görüşlerini de dikkatle dinlemelidir.
•Destekleyici Ortamlar: Gençlerin girişimcilik ve yaratıcı düşünce becerilerini geliştirmeleri için destekleyici ortamlar yaratılmalı.
•Empati ve Bağımsızlık: Gençlerin duygularına ve fikirlerine değer verilmeli; aynı zamanda, onlara kendi kararlarını alma fırsatı tanınmalıdır.
Hem kendi çocuğumdan hem de arkadaşlarımın çocuklarından şu sözleri çok duydum: “Biz neden yaşıyoruz ki? Hayatın anlamı ne? Sonunda yok olup gitmeyecek miyiz? Bu kadar mücadele etmeye değer mi?”
Bunu sadece çocuklar değil bunca görmüş yaşamış yetişkinlerden de dinliyoruz
Varoluşçu felsefenin babalarından Jean-Paul Sartre’ın sorularından farklı değil bunlar.
Ne yazık ki hayatın anlamını kaybetmek, birçok kişinin zaman zaman karşılaştığı derin bir duygusal durum; beraberinde umutsuzluk, boşluk veya yaşamdan tatminsizlik hissiyle birlikte geliyor. Tedavi edilmezse tamiri zor ciddi travmalara yol açabiliyor.
Şunu biz de çocuklarımız da kafamıza nakşetmek zorundayız: Her zaman zorluklar, hayal kırıklıkları, umutsuzluklar olacaktır, bunlar gelip geçicidir. Her zorluk, beraberinde yeni fırsatlar taşır, kendimizi yeniden keşfetmeye, yeni ufuklara açılmaya imkan tanır. Daha fazla çalışma, etkileşim, çaba mutlaka sonuç yaratır, hemen olmasa da bir süre sonra.
Onun için ebeveynlerin ve çocukların birbirlerini daha iyi anlamak, desteklemek, daha sağlıklı ve uyumlu bir gelecek inşa etmek için hiç yılmadan çaba göstermeye devam etmesi, çözülemeyen sorunların çok fazla üstüne gitmeden onları bir köşeye park ederek daha başka çözümü kolay olan sorunlara, çabuk elde edilebilecek küçük başarılara odaklanması şart.
Yoksa, ilişkiler soğuyacak, kuşaklar arası uçurum daha da büyüyecek, iki taraf da hiçbir sonuç elde edemeden birbirini suçlamaya devam edecek.
25 Ocak 2025 - Gelecekte Bırakacağımız İz ve Hatıra
23 Ocak 2025 - “Çılgın” Liderler Çağı: Hadi Hayırlısı
21 Ocak 2025 - Eğer Kendi Kaderinize Hâkim Değilseniz: Küba Füze Krizi ve Bize Öğrettikleri
19 Ocak 2025 - “Alışırsınız, Alışırsınız…”
17 Ocak 2025 - Her Zaman Siz Haklısınız, Haklı Olmayana Kadar