Son yıllarda Türkiye’de giderek daha fazla tartışılan, hatta bazı kesimlerde derin endişelere yol açan bir konu mevcut yönetimin dini kimliği toplumsal alanda, ekonomide, adalette, eğitimde ve dış politikada daha belirgin bir şekilde öne çıkarması, etnik aidiyetleri geri planda tutması.
Bu durumun Türkiye’nin büyük ölçüde tarihsel, etnik ve kültürel kimliği olan Türklüğün zayıflatılacağı, yerini güçlü şekilde dini kimliğin alacağı bir anlayışın getirilmesinden endişe duyuluyor. Özellikle laik ve çağdaş yaşamı savunan kesimler arasında.
85 milyonluk bir ülkede nüfusun neredeyse yüzde 15’ine tekabül eden 13 milyon Suriyeli, Afgan, Afrikalı Müslüman sığınmacıya kapıların sonuna kadar açılması hem ümmet hem de ülkenin gelecek mimarisi ile yakından bağlantılı.
Henüz çözümleyemediğimiz, beraber Kurtuluş Savaşı verdiğimiz Kürt asıllı vatandaşlarımızla yaşanmakta olan kültürel, etnik ve dil temelli gerginlikler ortada iken buna ilaveten hiçbir ortak değerlerimizin olmadığı (İslam anlayışı da bizden fersah fersah farklı olan) bu yeni demografik el bombası nasıl etkiler yaratacaktır önümüzdeki 20 yıl içinde?
Bu meseleyi sadece “etnisite mi din mi” gibi keskin bir ideolojik tartışma olarak görmek yerine ülkenin gelecekteki birlik ve beraberliği açısından derinlemesine ele almak gerekiyor.
Her büyük ulus onu bir arada tutan baskın bir etnik kimliğe sahip. Fransızlar, İngilizler, Koreliler, Ruslar, Almanlar ve Çinliler gibi uluslar yalnızca dil, kültür veya dinle değil ortak bir etnik kimlikle de tanımlanıyor.
Bu kimlikler ulusal birliği sağlayan temel unsurlardır. Türkiye için de Türklük sadece bir etnik aidiyeti değil, aynı zamanda 15,000 yıllık köklü bir geçmişi ve büyük bedeller ödenerek günümüze ulaşmış tarihsel ve kültürel mirası ifade ediyor.
Osmanlı öncesi Türkler aslında laik bir düzende yaşadı, Osmanlı döneminde bile Anadolu’da bu yaşam tarzını sürdürdüler.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte modern Türkiye Cumhuriyeti hem antik geleneklerini hatırlayarak hem de dinin yozlaşmasına karşı tepki olarak laiklik ilkeleri üzerine şekillendirildi.
Bu temel halkın dini tercihlerine müdahale etmeme prensipleriyle desteklendi, ancak İslam sadece manevi dünyayı değil toplum yaşamının hemen her alanını düzenleme iddiasını taşıyan bir din olduğu için uygulamada kaçınılmaz olarak çeşitli zorluklarla karşılaşıldı. Bugün bile katı laiklik veya köktenci dincilik öne çıkma, diğerinin üstünde hakimiyet kurma çabasında.
Günümüzde bu ortak paydanın zayıfladığı ve dini kimliğin giderek daha belirgin şekilde öne çıktığı bir süreç yaşanıyor gibi.
Türklük ve Müslümanlık kimliklerinin her zaman uzlaşmasa da tarih boyunca çatışmak yerine iç içe geçtiğini, mümkün olduğunca birbirini tamamlamaya çalıştığını kavramak önemli.
Türkler İslam’ı 8. ve 10. yüzyıllar arasında Arap ordularının etkisiyle benimsedi, onun yayılmasında önemli bir cihan gücü haline geldi. Ancak bu süreç tekdüze bir asimilasyon değil, çeşitli coğrafyalarda farklı etnik ve dini kökenlerle birlikte yaşayan bir topluluğun dinamik bir evrimi olarak değerlendirilmelidir. Bugün bile Tengri inancına, Musevi, Ortodoks, Katolik, Budist ve Saman inançlarına sahip Türk toplulukları dünya çapında varlıklarını sürdürmekte.
Tarih boyunca Müslüman kimlikleriyle birlikte Türklüklerini korumuş ve bu iki kimliği uyum içinde yaşadıkları sürece kendilerine dünya çapında saygın ve güçlü bir konum elde etmişlerdir.
Londra’da yaşadığım dönemde Müslüman olduktan sonra Yusuf İslam adını alan pop yıldızı Cat Stevens ile 1985 yazında yaptığım özel mülakatı hatırlıyorum. Yusuf İslam Kuzey Londra’daki bir İslami okulda görüşmemizde bana “Etnik köken benim için hiç önemli değil; önemli olan ümmettir, bunu kendi hayatımda uyguluyorum” demişti. Bu görüşme Duygu Asena’nın ısrarıyla Nokta dergisinde “Yusuf İslam: Kuran’ın Plağını Yapacağım” başlığıyla yayımlanmıştı.
Bugün Türkiye’de de benzer bir yaklaşımın hâkim olmaya başladığı gözlemleniyor; hem toplum yaşamında hem de dış politikada milli menfaatlerle bağlantı kurmakta zorlandığımız ümmetçi politikalar öne çıkıyor.
Türkiye’nin liderliğinde Halifeliğin geri getirilmesi için mücadele verenler var.
Oysa etnik kimliğin bastırılması ve dini kimliğin tek başına ön plana çıkarılması toplumu derin bir ayrışmaya sürükleyebilir.
Ve biliyoruz ki din ile etnik kimliğin çatıştığı noktada tarih boyunca toplumların birliğini, istikrarını ve refahını korumak, ilerletmek zorlaşmıştır.
Kimilerine göre dini toplumsal değil bireysel düşünmek gerekiyor. Zira onu toplumsal kıldıkça toplumu, devleti, hayatımızı yönlendirme, baskılama, dayatma da başlıyor.
Halbuki din, inananla Tanrı arasında olmalı; dini ritüeller inancı Tanrı’ya göstermek için olmalı, topluma, başkalarına göstermek için değil. Dini semboller de özgürlüğün sınırsız olması gereken yerlerde serbest olmalı; kamuda ise özgürlükler sınırsız olamaz.
Bir ülkenin aidiyeti din temelli olursa her şey baştan sona değişir. Hiçbir milli davanın, milli sevincin, milli üzüntünün dinle ilgisi olamaz. Bir deprem felaketinde hayatını kaybedenler Müslüman diye üzülmeyiz. Olimpiyatta altın madalya alınca sporcumuz Müslüman diye sevinmeyiz. Ciddi devletler dış politika meselelerini dini açıdan değerlendirmez; hiç hatırlıyor musunuz herhangi bir sorunumuzun Islam Konferansı Örgütü’nde çözümlendiğini, destek gördüğünü?
Ne Kıbrıs, ne Ermeni sorunu ne de Azerbaycan’ı Ermenistan işgali altındaki topraklarının kurtarılması. Ne de ekonomik sorunlardan kurtulma konusu.
Bu nedenle Türklük ve Müslümanlık arasında tarih boyunca zor bela ihdas edilmiş ve korunmuş hassas toplumsal denge kesinlikle bozulmamalıdır.
Küreselleşme ve modernleşme süreçleri ulusların kimliklerinde değişimlere yol açsa da temel değerlerin korunması hayatı önem taşıyor.
Hele hele Üçüncü Dünya Savaşının yaklaşmakta olduğuna, “dinler ve medeniyetler çatışması”nın yoğunlaşacağına dair öngörülerin piyasada iyi “rating” yaptığı bir dönemde.
Türkiye’de Türklük, diğer etnik gruplarla beraber bu topraklardaki insanların ortak tarihini, kültürel değerlerini ve ulusal bilincini temsil ederken Müslümanlık kişilerin manevi değerlerini ve inançlarını şekillendiriyor. İkisi de vazgeçilmez olduğu için birbirine karşıt değil, akıllıca bir sentezle bir arada var olmak zorundalar.
Türklüğü ve diger etnisiteleri bastırmak Türkiye’nin tarihsel köklerini ve kültürel mirasını yok saymak anlamına gelir ki buna bu topraklarda kimse rıza göstermez.
Aynı şekilde, bireylerin dini kimliğini geri plana itmek de toplumsal barışı zedeleyebilir, buna da kimse izin vermez. Burada tabii ki hangi İslam anlayışının öne çıktığı da önemli; çünkü son yıllarda dini siyasi ya da ekonomik menfaatlere alet etmek, şiddet sarmalını tahrik etmek isteyenlerin sergilediği anlayış dünyanın her yerinde ciddi tepkilere yol açmaktadır.
Mevcut koşullar altında toplumun sağlıklı işleyişi bu iki unsurun bir arada ve birbirini tamamlayarak var olmasıyla mümkün, ister beğenelim ister karşı çıkalım.
Sonuç olarak, bazılarının çağrıda bulunduğu gibi kökleri çok sağlam olan Türklük ve diger etnisiteler hiçbir şekilde ayaklar altına alınamaz. Dini kimlik de kişilerin manevi dünyasını şekillendiren önemli bir unsur olarak inanç alanı dışına çıkmamalı, şahsi, siyasi ve ekonomik menfaatler için kalkan olarak kullanılmamalı. Türkiye’nin geleceği bu iki kimliğin uyumlu birlikteliğinde saklıdır; bu dengeyi korumak ülkenin hem bugünü hem de yarını için güvencedir.
Tersi bir durum bizi yeni felaketlere, maceralara sürükleyecektir, hiç kuşkunuz olmasın.
Bana kalsa dini ya da etnik temelli değil insanı değerlerin ön sırada olduğu bir dünya daha önemlidir, ama realite farklı ne yazık ki. Toz pembe hayallere, ayağı yere basmayan ideallere göre değil, mevcut realiteye göre hareket etmek zorundayız.
18 Aralık 2024 - Yeni Suriye politikası: Stratejik bir vizyon
15 Aralık 2024 - Cebelitarık’ın Afrika kıyısında: Fas’ın zenginliği, çelişkileri ve çekiciliği
13 Aralık 2024 - Suriye’de Erdoğan’ın hakkı Erdoğan’a, ama zor sorular yanıt bekliyor
9 Aralık 2024 - Avrupa Birliği’nin enerji krizi sanayileşmeyi de çökertti
6 Aralık 2024 - 2025’te bizi ve dünyayı sıcak günler bekliyor