Bir süredir pazar günleri modern sanat ve sonrası (post modern) üzerine yazılar yazıyorum. Şu aşamada konuları biraz toparlayıcı olması açısından biraz soluklanalım ve 1860’larda yaşanan ‘sanat tarihindeki en derin kopuş’un (modernin gelişi) daha sonraki gelişmeleri nasıl etkilemiş olduğunu söylem netliğini sürdürme açısından özetlemeye çalışalım:
1- Cezanne ve Manet’in yaptıklarından sonra artık ressamın tabiatta ve hayatta gördüğünü aynen çizmesi gerekmiyordu, ressam ister gördüğünden esinlenerek isterse sadece zihninde yarattığı hayale uygun, gerçeklikte hiç olmayan biçimleri, renkleri tuvale aktarmakta özgürdü..
2- Mimesis (görülenin aynen çizilmesi) döneminin sona ermesiyle daha önce Hegel’in tahmin edip düşündüğü gibi diyalektik bir süreçte sanat da soyutlamanın bir sonraki ileri aşamalarına doğru yürümeye başladı.
3- Bundan sonra ‘modern sanat’ gerek estetik yaşantı gerekse estetik yargıların sığlığında yitmiş, gizlenip örtülmüş tinini, Heidegger’in de incelikli ve gizemli tonda haber verdiği gibi soyut sanatta bulur. Soyut sanat, sanatı taklit temsil biçim unsurlarıyla özdeşleştirerek ondaki yaratıcı tin ve hakikati gösterme gücünü kırmış tüm metafizik geleneğe bir başkaldırıdır (Bu alıntı Şule Gece’nin soyut sanat felsefesini esaslı incelediği ‘Modern ve Post Modern Dönemlerde Soyut sanat felsefesi’ çalışmasına Doç. Dr. Senem Kurtar’ın yazdığı önsözden sayfa 9-10).
4- Modern sanatın New York macerasına bakarken üzerinde daha kapsamlı durulması gereken eleştirmen Clement Greenberg’e göre ‘Manet modernist resmin Immanuel Kant’ı olmuş’tu.
Kant nasıl ki ‘Arı Usun Eleştirisi’ (Critique of Pure Reason) çalışmasında ‘kendi üzerinde uygulanan ve başka süjesi bulunmayan aklı’ felsefi olarak sorgulamışsa, Cezanne’ın ve Manet’nin yaptıklarını hatırlarsak, modern dönemde sanat da sanata uygulanan sanat anlamına gelmeye başlamıştı.
Yani sanatın da kendinden başka bir süjesi yoktu. Her ressam tuvalinin üstünde oluşturduğu çizgiler ve renklerle aslında sanatın anlamını ve saf özünü arıyordu.
5- Renkler aracılığıyla sanatın saf özünü aramanın resimde ilginç geçmişi vardır. Örneğin suprematist avangardın kurucusu Malevich ‘gözle görünür dünya’yı temsil etmeye çalışan her türlü çabadan uzaklaşan, yani soyutlamayı uç noktaya taşıyan ilk sanatçıdır. örneğin onun ‘Süprematist kompozisyon: Beyaz üstüne beyaz’ adlı resmi gerçekliğe her türlü referanstan yoksundur ama Malevich’e göre bu resme bakan insan en saf duyguların akışına bırakır kendini.
Malevich dışında Birinci Dünya Savaşı’ndan 1931 yılında ölümüne kadar van Doesburg ‘De Stij’(stil) adı verilen sanat hareketinin öncüsü olmuş ve aynı dönemde yaşayan Piet Mondrian’ın eserleri gibi temsili olmayan resim çalışmaları yapmıştır. Van Doesburg’un orijinal tuvallerine yakından bakıldığında rengin katmanlarını oluşturmak için kullandığı ince fırça sürüşlerini görmenin mümkün olduğu uzmanlarca söylenir. Ayrıca sanatçı geometrik şekilleri asimetrik düzenlemesiyle de bilinir (Çağdaş Sanatı Anlamak, Yaz. Whitman ve Pooke).
‘Soyut dışavurumculuğun resmi saf hale getirdiğini düşünen eleştirmen Clement Greenberg ‘renk alanı soyutlamasının resmi saf hale getirmek için bir sonraki adımı oluşturduğunu’ söylemişti. New York’ta renk alanı ressamlarının en meşhurları Mark Rothko ve Barnett Newman’dır.
Bir Pollock veya Willem Kooning resmine bakarsanız ressamın ruhunda çizerken yaşadığı haşin fırtınları görür gibi olabilirsiniz. Oysa renk alanı ressamlarının tuvalleri alabildiğince sakin ve yumuşaktır. birçoğunun resminin ipek çarşafı çağrıştırdığı da söylenmiştir (Pardon Neye Bakmıştınız s.239).
6- Modernizm sanata uygulanan sanat anlamına gelmeye başlayınca özellikle Manet sayesinde eserin önünde onu tek bir konumda durağan, edilgin biçimde anlamaya çalışan seyirci dönemi bitmiş ve onun yerine hareketli resmin etrafında dönerek onu her yönüyle anlamaya çalışan seyircilerin aktif katılım dönemi başlamıştır. Seyirci daha katılımcı oldu ama temsil temeli olmayan biçimden hoşlansa da, seyircinin eseri sadece gördükleriyle anlaması da zorlaştı. G. W. F. Hegel’in öngördüğü gibi sanat bizleri entelektüel düşünceye davet etti, bunu yaparken amaç sanat eseri yaratmak değil, sanatın ne olduğunu felsefi açıdan bilmektir.
7- Dönemindeki sanat eserleriyle pek yakın ilgilendiği söylenmeyen Hegel (1770-1831) sanatın anlamıyla, o günlerde anlamı yeni anlaşılmaya başlanan estetik kavramıyla, dolayımsız haz tanımıyla sanatın geleceği hakkında Kant ile birlikte en çok düşünmüş olan felsefecidir. Bu yüzden sanki modern sanatta olacakları çok önceden tahmin etmişçesine Hegel’in sanat felsefesi günümüzde bizatihi sanatın tatmin sağladığı çağlarda olduğundan çok daha fazla ihtiyaçtır diye düşündüğü onun felsefi sistemini iyi bilen uzmanlarca ifade edilir.
Bu aşamada eserleri çok dikkatli okunması gereken sanat felsefecisi Arthur Danto’dan bir alıntı yapmalıyım: ’Estetik tarihinde sanat kavramının karmaşıklığını kavradığını düşündüğüm tek şahsiyet, çoğu filozofun aksine, konuya öncesiz sonrasız değil tarihselci bir yaklaşım getirdiği için sanat yapıları sınıfının neredeyse a priori bir açıkamasını yapmış olan Hegel’di’ (Sanatın Sonundan Sonra s.235).
Ünlü eleştirmen Hilton Kramer’e göre Arthur Danto felsefe seminerinin sıkıcılığını azaltan adamdı. Ali Artun da ‘Arthur Danto’nun Ölümü, Andy Warhol ve sanatın sonu’ makalesinde ‘Arthur Danto postmodernizmin Hegel’iydi’ diye tanımlamıştır.
Biz sıradan insanlar için konuyu basitçe açarsak Mimesis’in (temsilin) hüküm sürdüğü yıllarda resme bakıldığında onun gerçeği ne kadar iyi temsil ettiğinden yola çıkarak dolayımsız haz hissetmemiz mümkündü. Ama temsil ortadan kalktıktan sonra bir resme baktığımızda, sadece gördüğümüz biçimlerin güzelliğiyle yetinmeyeceksek, onun üretilmesinde rol alan düşünce ve felsefeyi de bilmemiz lazım ki eseri daha iyi anlayıp daha derin bir haz alabilelim.
Eleştirmen Meyer Schapiro ‘Nature of Abstract art’ makalesinde dünyanın bire bir taklidi gibi bir durumun zaten söz konusu olamayacağını, sanatçının gördüğü gerçekliğe imada bulunsa dahi bunun aynı zamanda sanatçının fikir ve inançlarını temsil edeceğini söylemektedir. Schapiro modern sanatın da Picasso ve Baraque ile başladığını düşünmektedir.
8- Mimesis’in hakimiyetindeki dünyada ve daha önceki sanat tarihinde ideoloji temsili takip etti. İdeoloji onun üstüne dayanılarak oluşturuldu.
Ama artık temsil ortadan kalktığından, her düşüncenin, soyutlamanın meşru olabildiği tarih sonrası bir döneme girildi,
İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya sanat başkenti olmuş New York modern sanat ortamının düşünce hayatını belirlemiş olan eleştirmen Clement Greenberg de Foucault gibi modernizmin Manet’in yapıtlarında başladığını ve onunla ‘bir öykünün sona erip yeni bir öykünün başladığını’ düşünüyordu.
Sanat kendi kendisinin konusu olunca, sanat eserleri de sanat nedir sorusuna cevap ararken kendi saf özlerini de araştırmaya başladı. Aslında bu sanatın bir özeleştiri durumudur. Greenberg bu özeleştiri eğiliminin bizatihi eleştirinin araçların sorguladığı için ilk gerçek modernist olarak sınıflandırdığı Kant ile başladığını düşünür.
Amerikan modern sanat camiasında da Greenberg gerçek ressamdan sanatına getİrdiği özeleştiriden sonra bir özü, bir saflığı yakalamaya çalışmasını bekliyordu.Bu belki de Greenberg’in Kant’ın saf aklın eleştirisinden ödünç aldığı bir bakış açısı olabilir.