Yazarlık kariyerimin başlarında bir dergide gördüğüm karikatür beni çok etkilemiş, hem de ürkütmüştü.
Yazarların yazmaya bir türlü başlayamama, kafalarında yazıyı kuramama durumunu anlatan ‘yazar tıkanması (writer’s block’) adı verilmişti karikatüre. çizimde bir adada, ada etrafında düşünceli halde daire çizerek sürekli dolaşmakta olan bir kişi görülüyordu. yazar olan o kişi yazıya bir türlü başlayamadığından veya başlamış olduğu yazıyı bir türlü bitiremediğinden ada etrafında sürekli tur atıp duruyordu.
yazı hayatımın başlarında ‘ya yazar tıkanması bir gün benim de başıma gelirse’ korkusu içimi sarmıştı.
Neredeyse 30 yıldır yazıyorum altı ay öncesine kadar bu korkum gerçekleşmedi.
bir süredir çağdaş sanat üzerine bir kitap yazmaya çalışıyorum. Bu çalışma sadece sanat üzerine değil yoğun felsefe okuması yapılmasını da gerektiriyor. hatta çoğunluğun direkt sanat değil Derrida, Ranciere, Foucault, Barthes gibi karmaşık konularda zor metinler kaleme almış felsefecileri okumaktan oluştuğunu söyleyebilirim.
bilgilenmek konusunda bende bir tür dipsomani var. Yani bir konuyu çalışmaya başladığımda onu konu ne olursa olsun meseleyi bir şekilde anladığıma tatmin olmadan bırakamam. yani meselenin dibine kadar gitmem gerekir.
uzun süre çalıştıktan sonra Derrida’yı bir şekilde anlayıp aştığımı sanıyorum.
Ama You Tube’da bir konuşmasını izlediğim andan itibaren Ranciere’i okurken bir sorun oluşacağını zaten tahmin ediyordum.
Seyrederken adamın hali, tavrı ve konuşma yoğunluğu beni ürkütmüştü. Seri cinayetlerinin sonuncusunu işledikten sonra eve gelip kameraya konuşmaya başlamış gibi bir bakışı ve tavrı vardı.
onun ‘İmajın yazgısı’ adlı çalışmasını okurken şöyle bir cümleyle karşılaştım:
‘Apaçık ki burada görselin özü olarak ortaya konan totoloji söylemin totolojisinin ta kendisidir. Söylem bize basitçe şunu der: Aynı aynıdır, başka başkadır. Bağımsız önermeleri iç içe geçirerek yapılan retorik oyunla tümellerin genel nitelikleriylee teknik bir aygıtın özniteliklerini özdeşleştiren söylem kendini bir totolojiden fazla bir şeymiş gibi gösterir.’
işte bu cümleleri okuyup anlamadan sonra altı ay kadar sürecek bir yazar tıkanması dönemine girdim. Yazmakta olduğum kitap bana anlamsız gelmeye başladı, tek bir cümle bile yazamaz duruma düştüm.
Ertuğrul Özkök bana Fransa’da öğrenciyken her gün Jacques Lacan’ın dersini dinlemek için düzenli sınıfta ön sırada oturduğunu, ama ne kadar dikkatli dinlerse dinlesin hiçbir şey anlamadığını anlatmıştı. Ranciere’in aktardığım cümlelerini okuduktan sonra onun yaşadıklarını net anlamıştım.
Tek bir satır bile yazamama günlerim başladığında kitabımı neden yazmakta olduğumu düşündüm. Çağdaş sanat konusu üzerinde çok laf edilmiş ve hemen her yönüne kitaplarda el atılmış bir konuydu. bana göre bugüne kadar söylenmemiş bir şeyi söyleyebilmem bence mümkün değildi. hem ben iyi bilmediğim konularda yazmaya karar verip öğrenme sürecimde yeni bilgileri okuyucuya aktarma tekniğiyle çalışırım.
Bir konuyu yeni öğrenmenin heyecanıyla aktarılan bilginin benim gibi konuyu fazla bilmeyen okuyucuya rahat okunur bir metin oluşturmamı sağladığını düşünürüm. Bu şekilde anlatmaya çalıştığım konuda yanlış da yapsam bunun bile okuyucuyu bilgilendirebileceği gibi bir duygum da var.
İlk kitabım olan ‘Kütüphanemdeki Sesler’i cesur yazmıştım ama yeni kitapta Ranciere yüzünden içimde bir yazı korkusu oluşmuştu. Yukarda aktarmış olduğum cümleleri binlerce kez yeniden okumama rağmen hiçbir şey anlayamıyordum.
Ama Ranciere’i anlamaya çalışmam sürecinde onun bir başka çalışmasından, bir konuyu yeni öğrenirken aynı zamanda üzerine yazmaktan ibaret yazarlığıma yeni bir anlam verecek bilgiye de ulaştım ve tıkanmamı aştım.
kitabımı tamamlayıp bir süre sonra yayıncıya gönderebileceğim sanırım.
yazı tıkanmamı bana aştıran Ranciere’in ‘Cahil Hoca’ kitabıydı.
Kitapta Jacotot alı bir kişinin yaşadıklarından yola çıkarak insanın bilmediğini de öğretebileceğini ve başkalarına bilgiye ulaşma yolunu açabileceğini anlatır Ranciere.
1818’de sürgünde bir devrimci olan Jacotot Belçika’da Fransız edebiyatı okutmanı olarak yarı-zamanlı bir iş bulur. Tek kelime Fransızca bilmeyen Flamanlara kendisi de tek kelime Flamanca bilmediği halde hocalık etmek zorundadır… İki dilli bir kitap baskısı koşar imdadına; öğrencilerinin kendi kendilerine Fransızcayı ve konuyu öğrenmelerine kılavuzluk eder. İnsanın bilmediğini de öğretebileceğini gösteren bu tuhaf deneyin sezdirdiği kaçınılmaz sonucu anlamakta hiç gecikmez Jacotot: Bilen ile bilmeyenin, öğreten ile öğrenenin, kol emekçisi ile zihin emekçisinin, kısacası zekaların eşitliğini keşfeder.
Burada özetlemeye çalışarak çalışmaya haksızlık yaptığımın farkındayım, çünkü bu felsefi derinliği olan bilginin ve öğrenmenin anlamını sorgulayan önemli bir kitap.
bu çalışmayı keşfettikten sonra yazı korkum, yazı tıkanmam tamamen geçmişti ve öğrenirken öğretmeye yönelik çalışmama bıraktığım yerden devam etmeye başladım. Hatta kendime ‘Cahil yazar’ bile demeye başladım Ranciere’den esinlenerek.
kitabımı yazmaya tekrar başlamış olabilirim ama bu arada yukarda aktarmış olduğum cümlelerin anlamını hala daha anlayamamış durundayım ama buna rağmen artık çalışabiliyorum.