Türkiye son dakika haberleri, flaş gelişmelerle dolu bir coğrafyanın tam merkezinde. hayatta önemli olabilecek konularda kapsamlı düşünmek ve düşünerek yaşayabilmek için çok elverişli değil bu ortam. Terör, sınır ötesi, Fırat’ın doğusu batısı derken birey olarak gelişmemiz için daha önemli olabilecek bazı diğer konuları da mecburen ihmal edebiliyoruz.
Geride bırakacağımız yıl içinde düşünerek yaşamanın anlamını iyi bilen İsmet Berkan ile bir tartışma gerçekleştirdik. bu tartışmada felsefeden sanata bence çok önemli konuların açılımı vardı. Yıl bitmeden önce bu tartışmayı yeniden sunmak istedim, çünkü bu iki yazı da hem modern, hem de postmodern ortamın savunucularının görüş farklarını görebileceğiniz çok seviyeli güzel bir tartışmaydı. biliyorum biraz uzun olacak, ama bu sadece gündelik okunup unutulacak bir konu değil. uzun olsa da kaydedilerek bence saklanması gerekiyor bu seviyeli tartışmanın.
İlk önce İsmet Berkan’ın yazısıyla başlayalım, sonra da benim cevabım olacak:
‘Serdar Turgut 10Haber’de benim TeknoGündem köşesinde çıkan insan beyniyle ilgili yazıma laf etti, hemen ertesi gün yazdığı bir başka yazıyla da bu yazının aynen post-modernistlerin yaptığı gibi bir takım kelime oyunlarıyla ve sanki kıymetli bir şeymiş gibi yazılmış ama anlaşılmaz (ve dolayısıyla kıymetsiz) bir yazı olduğunu ima etti. Serdar Turgut’un köşesine iki gün üst üste, üstelik de ciddi bir bağlamda (dalga geçilmek için bile olsa) konu olmak onur verici bir şey, ama ben sadece bu onurla yetinmeyip ona cevap da vermek istiyorum. Çünkü anlaşılmaz olmak bu hayatta en olmak istemediğim şey. Serdar Turgut başlıca özellikleri anlaşılmazlık olan postmodernistleri ne kadar seviyor ve benimsiyor bilmiyorum, ama ben o düşünürlerin hayatımıza olumlu anlamda bir katkıları olmadığı inancındayım. O yüzden bugün yazımı Serdar Turgut’un da anlayabileceği şekilde, tane tane yazmaya karar verdim.
1. Serdar Turgut’un verdiği Alan Sokal’ın şakası örneği benim de favori konularımdan biri. Hatta bu konuyu 90’lı yıllarda Türkiye’de duyuran ilk kişi olmakla da övünürüm.
2. Amerikalı bir fizikçi olan Alan Sokal 1996 yılında bu ülkedeki post-modernistlerin ‘bilim’ adı altında saçmaladığını görünce, onların favori bilimsel dergisi Social Text’e tam da onların hoşuna gidecek bulanık kavramlarla dolu bir fizik makalesi gönderir, o dergi de bu anlaşılmaz saçmalıklarla dolu makaleyi basar.
3. Sokal’ın bu meşhur şakasından hareketle yazdığı iki kitabı da Türkçede bulunuyor. Bunlardan birincisi ‘Son Moda Saçmalar’ adını taşıyor; ikincisi ise ‘Şakanın ardından’.
4. Söylemesi ayıptır, 2011 yılında Alan Sokal bu ikinci kitabını tanıtım için konferanslar da vermek üzere Türkiye’ye geldiğinde onunla bilim felsefesi üzerine sohbet etmiş, bunu da o zamanlar çalıştığım Hürriyet gazetesindeki köşemde yazmıştım.
5. Bu ayın başında TeknoGündem köşesinde çıkan yazımda insan bilincinin ne olduğu ve bunun yapay zeka araştırmalarına olası etkisiyle ilgili yazarken ‘gerçek’ ile ‘hakikat’ arasındaki farktan söz etmiştim.
6. Doğada bir fiziki, herkes için aynı olan gerçekler var. Serdar Turgut kafasını duvara çarparsa kafası acır, çünkü duvar fiziki bir gerçek. Gezegenimiz gibi, yıldızlar gibi, atomlar gibi bir gerçek bu. Bu gerçekler matematiksel olarak da ifade edilebilir.
7. Ama bir de sadece bizim beynimizde yer alan ‘gerçek’ler var. Nedir bu sadece bizim beynimizde olan ‘gerçek’ler? Örneğin renkler. Doğada bir fiziki gerçeklik olarak renk yok. Bunu insanın kabullenmesi zor, ama böyle. Biz etrafımızdaki nesneleri renkli görüyoruz, çünkü onlara isabet eden fotonlar gözümüze farklı farklı frekanslarda yansıyor. O frekansları beynimiz bize renk olarak gösteriyor. Yoksa fiziki evrende renk diye bir şey yok, sadece farklı frekanslardaki eletromagnetik radyasyon var. Orhan Hançerlioğlu meşhur Felsefe Sözlüğü’nde bu tür ‘gerçek’ler için ‘hakikat’ kelimesini kullanıyor.
8. Tanımı gereği ‘gerçek’ bir taneyken her birimizin beynimizde yaşattığımız ‘hakikat’lerin sayısı ister istemez birden fazla. Gazze’deki Ehli Arabi Hastanesinde bir patlama oldu, çok sayıda insan öldü. Bu fiziki gerçeklik. Ama bazılarımızın ‘hakikati’ o patlamaya bir İsrail bombasının sebep olduğu, bazılarımızın ‘hakikati ise İslami Cihad’ın yanlış ateşlenen roketinin sebep olduğu.
9. Gerçek ile hakikat arasındaki farkı anlatabildiğimi sanıyorum. Şimdi gelelim hakikatin doğasına…
10. Tanımı gereği, yani bizim beynimizde oluşan bir şey olduğu ve subjektif olduğu için hakikat temelde bir anlatı. Postmodernistlerin, özellikle de Fransız post-modernistlerin altını çizdiği konu bu: Hakikatin birden fazla olması.
11. Onlar hakikatin birden fazla olabilmesinden hareketle tek hakikat diye bir şey olmadığını, hakikatin ‘göreli’ bir şey olduğunu savunuyor. Oysa bir futbol maçında bir takımın diğerini 2-0 yenmesi göreli olamaz, yenilen takımın taraftarı ‘Aslında biz kazandık’ diye dolaşamaz.
12. Ama post-modernciler bir bakıma haklı olabilir; Donald Trump daha önce seçimi kaybettiği halde ‘Aslında ben kazandım’ dedi, taraftarlarının önemli bir bölümü de bugün dahil ona inanmaya devam ediyorlar.
13. Post-moderncilerin esas kötülüğü ‘Gerçek’ ve ‘Hakikat’ kavramlarını eş anlamlı görüp bu alanı bulanıklaştırması oldu.
14. Gerçek ile hakikatin kuantum fiziğinin belirsizlik ilkesi söz konusu olduğunda birbirine benzediğini, kuantum alanında da aynen
çoklu hakikatler gibi çoklu gerçekler olduğunu söylediler.
15. Serdar Turgut yazısının bir yerinde filozof Hegel’in anlaşılmazlığından söz ediyor, ki haklı. Ölüm döşeğindeyken ‘Beni bir kişi anladı, o da yanlış anladı’ dediği rivayet edilen Hegel’le ünlü İngiliz matematikçi, mantıkçı ve filozof Bertrand Russell’ın nasıl alay ettiğini anlatmanın yeri burası mıdır, bilemedim. Ama şunu bilin: Russell gayet basit ve anlaşılır 4-5 cümlede Hegel’in bütün mantığını yerle bir etmişti.
16. Anlaşılmazlık özellikle de felsefe alanında anlaşılmazlık bana öyle geliyor ki saçmalamaya getirilmiş bir kılıf. Hegel’in Alman olmaktan, Almanca dilinde ve bu dilin verdiği zengin imkanlarla yazmaktan, üstelik de gerçek bir dev olan Immanuel Kant’ın lafının üzerine laf söylemeye çalışmaktan gelen bir özrü vardı anlaşılmaz olmak için.
17. Buna karşılık, bugünlerde Serdar Turgut’un anlamaya çalıştığı ama anlayamadığını söylediği Lacan, Derrida gibi isimler Hegel’den daha ileri giderek başlıca özelliği anlaşılmazlık olan neredeyse özel bir dil geliştirdi.
18. Immanuel Kant’ı da anlamak zordur ama herhalde Kant’ın saçmaladığını söyleyen kimseyi bulamazsınız. Buna karşılık Hegel’in veya bir kısım post-moderncinin saçmaladığını ve kıymetsiz olduğunu söyleyen bol miktarda insan bulabilirsiniz.
19. Tekrar postmoderncilere döneyim, onların ‘gerçek’ ile ‘hakikat’i sanki aynı şeymiş gibi sunduklarını, ‘gerçek’i de bulandırdıklarını, bunu yaparken de kuantum fiziğinden hareket ettiklerini yazdım.
20. Bu görüşleri onları fiziki gerçekliğin de birden fazla ve göreli olduğunu söylemeye vardırdı. Bir sonraki adımda ise bilimin kendisinin bir ‘gerçek’ değil ‘hakikat’ yani bir anlatı olduğunu söylemeye başladılar.
21. Tuhaftır, en büyük yardımı post-modernist olduğu hiç de söylenemeyecek bir kişiden, ünlü bilim felsefecisi Paul Feyerabend’den aldılar. Onun Özgür Toplumda Bilim (1978) adlı kitabı ve bu kitaptaki tezleri post-modernistlerin arayıp da bulamadığı argümanlarla doluydu. Tek farkla: Feyerabend gayet anlaşılır bir dille yazıyordu bilimsel göreliliği. Mesela ‘Neden astroloji veya falcılık fizikten daha az bilim olsun’ diye soruyordu.
22. Bilim tarihi de, felsefe tarihi de faydasız araştırmalar yapan, yazan çizen ve bir dönem ciddiye alınıp sonra unutulan insanlarla
dolu. Derrida ve Lacan gibi isimler de artık unutulmaya yüz tutmuş bir dönemin temsilcileri (Onların yakın arkadaşı ve bir zamanların pek ciddiye alınan ismi Julia Kristeva’yı hatırlayan kaldı mı mesela? -Üstelik, şimdi Google’dan baktım, hala hayattaymış).
23. Post-modernist düşüncenin hala kaldıysa bir etkisi, en çok plastik sanatlar alanında olmalı. ‘Güncel sanat’ diye yüceltilen şeylere bakın, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. O yüzden Serdar Turgut’un yazmakta olduğu kitabı merakla bekliyorum.’
***
Bakalım bu tartışmadan sonra yayınlanan ‘Kütüphanemdeki İsyan’ kitabım İsmet Berkan’ın o merakını giderecek düzeyde mi onu göreceğiz.
ama sıra ilk önce benim cevap yazımda.
***
‘Bir süre önce İsmet Berkan köşesinde ‘Serdar Turgut’un anlayacağı şekilde tane tane anlatıyorum: ‘Postmodernizmle başa çıkma kılavuzu’ başlıklı bir yazı yazdı. Metinleri hızlı ve sağlam anlama yeteneğimden şüpheli, ne şüphesi, emin olduğundan, gerçekten de tane tane anlatmış.
Biraz (hatta oldukça) aptal olduğum imasını geçerek tane tane anlatma çabasını Wittgenstein’ın Tractatus eserinde kullandığı yönteme benzettim ve sevdim. o kadar sevdim ki aynı tane tane anlatma yöntemini burada ben de kullanacağım.
22 Eylül’de yayınlanan yazısına bu kadar uzun sürede cevap vermem yazıya acaba mizahla mı yoksa ciddi bir tartışmayla mı karşılık versem arasında kararsız kalmamdandı. Mizah yazısı bu durumda işin kolayına kaçmam anlamına gelecekti. Bir mizah yazısının ne bana ne de İsmet’e küçük bir gülümseme dışında bir yararı olurdu.
İsmet’in yazısında çok önemli noktalar da olduğundan ve ben de şu aralar yeni kitap çalışmam nedeniyle postmoderni anlatma çabası içinde olduğumdan, bari bu fırsatı da kaçırmayım ve ben de konunun hak ettiği ciddiyet düzeyinde, ciddiyeti nadiren denediğimden eğer başarabilirsem, kalayım dedim.
1- ilk önce yazının başlığı (’bizler medyanın aristokratlarıyız ismetcim) hakkında bir kısa not. ilk gerçek sanat eleştirisini 18’nci yüzyıl Paris salonlarında sergilenen resimler hakkında yazdığı yazılarla Denis Diderot’nun başlattığı genel kabul görmüş bir gerçektir, bu aynı zamanda bir hakikattir de. hatta buna gerçekle hakikatin çakışabildiği ender durumlardan biridir bile diyebiliriz. Diderot o eleştiri yazılarını sayıları 11 olduğu söylenen aristokrata elle yazılmış mektuplar olarak gönderirdi.
açıkça söylemek gerekirse bu yazıya başlarken ben de kendimi Diderot gibi hissediyorum ve acaba bunu yazı olarak değil gerçekte hak ettiği gibi özel mektup olarak mı göndersem daha iyi mi olurdu acaba diye düşünüyorum.
İsmet, ben ve sayıları 11’i katiyen aşmayacak birkaç yazar daha ilgi duyduğumuz konular ve sevdiğimiz yazı türleri açısından kendimizi bu medya düzeninin aristokratları olarak görebiliriz. Bu tartışmada işlenen konular medyanın ağırlıklı bölümü tarafından gereksiz olarak nitelenecek olsa da, bir medya aristokratı olarak ayrıcalık hakkımı kullanıyorum ve aslında İsmet’e özel olarak göndermem gereken bu mektubu halka açık olarak yayınlıyorum. umarım kısır döngüsünden çıkmak isteyebilecek meslektaşlar da bu yazışmalarımızdan gereken dersleri çıkarabilir.
2- İsmet’in yazısını yapı bozumuna (deconstruction) uğratmayı birçok yönden başlayarak yapmam mümkündü. Ama benim için yazısının önemli olan boyutu gerçeklikle hakikat arasındaki farkı vurgulayan bölümdü. Çünkü bu ayrımı anlamak modernle postmodern arasındaki farkın anlaşılmasında gerçekten önemi olan boyuttur.
3- İsmet Berkan benim için post moderni anlatma kılavuzu oluşturmaya girişmiş ya, ben de şimdi ona hem sanata yaklaşımı hem de bilimsel düşünceye yaptığı pozitivist vurgu nedeniyle içinde yaşadığına emin olduğum modern durumunu anlatmaya girişeceğim ilk önce.
4- Postmoderni bir tepki olarak ortaya çıktığı modern durumu anlamadan anlayabilmek mümkün değildir. Bu nedenle İsmet’in bana postmoderni anlatmaya girişmesini biraz erken buldum, çünkü henüz içinde bulunduğu modern durumu bile tüm yönleriyle kavradığına emin değilim.
5- moderni anlatarak başlarsam ve bunu tane tane anlatarak yaparsam (kusura bakmayın bunu söylemeden duramadım) post moderni kavramasının daha kolay olacağını düşünüyorum. bunu yaparken daha önce 2’inci maddede söylediğim gerçeklikle hakikat farkını anlamanın neden önemli olduğu da görülecektir umarım.
6- İsmet yazısında Derrida ve Lacan gibi isimleri artık unutulmaya yüz tutmuş bir dönemin temsilcileri olarak nitelendirdiğinden benim bugünkü entelektüel yolculuğuma 19’uncu yüzyıl sonlarından başlamama haydi haydi tepki gösterecektir. Ama bu başlangıcım onun 20’inci yüzyılın ikinci yarısını bile unutulmaya yüz tutmuş bir dönem olarak nitelendirmek gibi aslında kendisine pek yakışmayan bir adetten vazgeçmesi için bir panzehir etkisi de yapabilir belki.
7- Tabiatı göründüğü şekliyle taklit etmek (mimesis) amacıyla çizen kendilerinden önceki dönemin ekolünden ayrılmak için ve ona tepki olarak çizen izlenimciler ve akıl hocaları sayılabilecek Cezanne tabiatı çizmişti, ama gerçeği çizmenin peşinde değillerdi. Görünen tabiatın derininde yatan hakikati çizme peşindeydi onlar. Bu hakikat ise gördükleri gerçeğin onlarda yarattığı duygulardan ibaretti. İsmet’in eleştirdiği post modernlerin birçok hakikatinin olabilmesi aslında İsmet’in kendi ekolü de olan modern dönemin de temelinde vardı. çünkü aynı manzaraya bile farklı bakan ressamların farklı duyguları olabildiğinden aynı gerçekten farklı hakikatler çıkartabiliyorlardı.
8- “Gerçek” Ve “Hakikat” Sözcükleri Üzerine Felsefi Ve Dilbilimsel İnceleme (Journal of International Social Research, 8 (41) 2015) yazan Hasan İsi ile Orhan Hançerlioğlu Felsefe Sözlüğü eserinde “gerçek” kavramını bilinçten bağımsız, somut ve nesnel olarak var olan şeklinde açıklarken “hakikat” kavramını ise gerçeğin bilinçteki yansısı şeklinde tanımlar. Hakikî deyimi hakikat olanı ve hakikatle ilgili olanı dile getirir. Hançerlioğlu “gerçek” sözcüğünü nesnel gerçekliklerin ürünü, “hakikat”i ise gerçeğin bilinçteki yansımaları olarak değerlendirir. ilk bakışta teknik bir ayrım olarak görülse de, daha sonra göstermeye çalışacağım gibi postmodern durumun anlaşılabilmesi açısından da çok önemlidir bu.
9- Cezanne ve ondan etkilenmiş olanlar, özellikle Manet artık gerçeği değil görünenin temelindeki hakikati çizmektedir. bu
arayışın kökeni istenirse Romantik dönemin başlarına kadar götürülebilir. Hatta modernist düşüncenin babası kabul edilen
Charles Baudelaire modern sanatı romantizmden başlatma yanlısıdır. ama ben birçok eleştirmenin yaptığı gibi, moderni kendi hakikatlerini çizen ve bu hakikate uyan teknikler de getiren Cezanne etkisindeki Manet ile başlatmak gerektiği görüşündeyim. İsmet’in eminim artık unutulmaya yüz tutmuş bir dönemin bir diğer temsilcisi olarak göreceği Michel Foucault da Manet’yi böyle ele alır.
10- sanatçının kendi hakikatini çizebilmesi modern dönemde uzunca süre büyük bir özgürlük patlaması yaşanmasına neden olmuştur. Picasso bile bu özgür ortamın bir ürünü olarak görülebilir.10- ancak sanatçının sadece kendi hakikatini çizme eğilimi sanatın gittikçe soyuta gitmesine ve gerçeklikten alabildiğince kopmasına yol açmıştı. bundan sonra ‘modern sanat’ gerek estetik yaşantı, gerekse estetik yargıların sığlığında yitmiş, gizlenip örtülmüş tinini Heidegger’in de incelikli ve gizemli tonda haber verdiği gibi soyut sanatta bulur. Hatta ikinci dünya savaşından sonra dünyanın sanat başkenti olma unvanını Paris’in elinden alan New York’ta yazan eleştirmen Clement Greenberg’e göre gerçek sanat sadece kendi gerçekliğinin anlamını araştıran (Kant’ın ‘saf aklın
eleştirisi’) sanattı ve bu sanat soyuta biçim olarak ne kadar yaklaşırsa o kadar iyiydi. Sanat dünyasına Greenberg sayesinde hakim olan bu düşünce gerçekliğe o kadar karşıydı ki, insanın ilk bakışta anlayabileceği türde yapılan her sanat eseri onlar için kitsch’ti. Mesela Mondrian 1908’den itibaren bir dizi ağaç düzenlemeleri resmi serisi yapmaya başladı. Sanatçının buradaki amacı, fenomenolojik yöntemde olduğu gibi, ağaç deneyiminden hareketle yaşamın akışında değişmeden kalan ağacın özünü ortaya çıkarmaktı. İlk resimdeki ağaç hepimizin hemen tanıyacağı formdaydı. Ancak dizi 1913’e gelindiğinde resimdeki ağaç neredeyse tanınmaz haldeydi. Aynı şekilde De Stilj dergisinin kurucusu ressam van Doesburg soyutlama sürecini kullanarak resmi tanınabilir
özelliklerinden soymayı Mondrian gibi denemiştir Cows tablosunda. İneğin özüne ulaşmayı amaçlayan resim sonunda ineğin her türlü tanınabilir özelliklerinden yoksundur. Aynı Mondrian’ın ağacı gibi. Mondrian resminde öze ait olmayan bütün nesneleri atarak (yani onları fenomenolojide olduğu gibi paranteze alarak) sadece üç ana rengi kullanarak soyut resimler yaptı. bu da bir anlamda fenomenolojik indirgemecilikti.
11- Ancak biçime vurgu yapan sanat ve sanatının kendi soyuta kaçan hakikati nedeniyle görmezden gelinen gerçeklik içinde
dönemin yakıcı sorunları olmaya başlayan feminizm, ırk sorunları, savaş karşıtlığı, gençlerin özgürlük arayışı gibi konular da vardı. ve sanat ortamında sanatın aslında ancak bu konular vurgulanarak yapılabileceğini savunan sanatçılar dipten dibe isyana hazırlanıyordu.
12- postmodern durumu (Lyotard) yaratan ortam işte bu tepkisel ortamdı. geçişi başlatan aslında 1960’lı yılların başında soyutun
tamamen karşı ucunda yer alan ve gündelik hayatta kullanılan malzemeler ile de sanat yapan pop art oldu. Andy Warhol bir pisuarı sanat ürünü olarak kabul ettiren Duchamp’ın izinden giderek 1963 yılında bir temizlik ürünü olan Brillo kutularının birebir aynısını ürettiği kutularla sergi açınca, bunun felsefi önemini gören sanat felsefecisi Arthur Danto sanatın sonunun (modern sanatın sonu) geldiğini yazdı.
13- İsmet, hakkını teslim etmeliyim, Hegel’i post modern olarak nitelendirmekte haklıydı, çünkü Hegel sanatın felsefeye dönüşerek kendi sonunu getireceğini görmüştür. ama şimdi ben olan biteni çok daha iyi anlaması için İsmet Berkan’a post modern gelişmelerin gerçek felsefi temelini koymuş olan Nietzsche’yi okumasını tavsiye ediyorum.
14- pop art geçiş döneminden sonra biçimden daha fazla anlam ve felsefi tavıra önem veren ve aslında sanatın sonu döneminin sanatı olan postmodern dönem başlamıştı.
15- büyük anlatıların tümüne karşı olan ve tek, her şeyi kapsayan çözüm bulma uğraşlarını aptalca, naif ve vesveseli bulan post modern dönemi tam bir inanç kaybı dönemidir. Bu nedenle modernizmin herkesi bağlayıcı tekli okumalarına karşı çoklu okumalı küçük uzlaşmalara dayalı bir çoğulculuk dönemidir post modernizm. Modernizm geleneği (mimesis) reddederek yükselişe
geçmişti. Buna karşı postmodernizm çoklu okuma ve alternatif bir yaşam dili olarak düşünülebilir. Post modernizm hiçbir şeyi reddetmiyordu, her şeyden bir şeyler almanın yanındaydı. Postmodernler Wittgenstein’ın dil oyunlarının meydana getireceği heterojen ve çok sesli yapıda mutlak bir anlaşma, konsensus değil zamanın ruhuna özgü ve yerel konsensuslar aramak ister ve büyük anlaşmaların değil geçici sözleşmelerin peşine düşme yanlısıdırlar.
16- Postmodernler gelenekleri hatta moderni bile reddetmedikleri için, eğer ortada bir soruna çözüm varsa, bunun geçmişte kalmış olanların şurasından burasından, geçmişteki fikirlerden, hareketlerden yapılacak en iyi seçkisinde bulunacağı düşünülmeye
başlanmıştı. Tipik post-modern tarzda bir net olmama ve belirsizlik durumu vardır. Hatta postmodern belirsizlik Kant ve Hegel’de kullanılan yücelik (sublime) kavramıyla da eşdeğerdir.
17-Modernistler ciddi ve serüvenciydi, postmodernistler ise oyuncu detayların, sanatsal kaygısızlığın ve ayrıksı duran kinizmin ustasıydılar, mutlak doğrulara ve kolay çözümler üreten her şeye karşı güvensizdiler. Nietzsche ideal dünyayı , ortak doğayı
reddetmişti, doğruları yalnızca belirli zaman ve yerlerdeki ihtiyaçları karşılayan inançlar olarak görüyordu. Bu postmodernin şüpheciliğine uygun bir felsefi yaklaşımdı. Nietzsche ‘aklın canı cehenneme’ diyerek ahlakı yeni bir bakışla okumaya davet çıkarmıştı. Bu da post modernin tavrına uyan bir yaklaşımdı. Picasso’nun sanat ve gerçeklik ilişkisi hakkında varmış olduğu tespitlerin çoğunun Nietsche’de de bulunduğu uzmanlar tarafından tespit edilmiştir.18-Modern sanattan çıkışın arandığı ve pop
sanatla gerçekliğe dönüş için bir geçiş dönemi arası verildiği o günlerde (1960 ortası ve sonu arası) sanatın ne olduğu, kime sanatçı deneceği, önem kazandığı söylenen içerikte nelerin anlatılacağı hemen her şey hakim bir ideolojinin, bir büyük sanat anlatısının olmadığı bir ortamda yeniden tanımlanıyordu. Joseph Beuys’un dediği gibi artık herkesin sanatçı olmasının mümkün olduğu yeni
bir döneme girilmişti. Bu tabii ki modernizmin yüksek sanattan yana elitist yaklaşımına karşı çok daha çoğulcu, demokratik bir ortamdı.19- gönlüm bugüne ait olan da dahil çağdaş sanatı postmodern şemsiye kavramı altında ele alıp tanımlamaktan yana. Tam Lyotard’ın dediği gibi postmodern durumun tanımlayıcı özelliği bütün büyük anlatılara şüpheyle karşı çıkması olabilirdi. Postmodern kavramını kullandığımızda dönemi tanımlamak için elimizde en azından bazı belirleyici özellikleri anlatmak için büyük olmasa da bir anlatı kriteri olabilecek.
20-Çağdaş ise günümüze ait olarak düşünülebilir, çağdaş sanatçı içeriğe verdiği önem doğrultusunda günümüzdeki sosyal, siyasi, kültürel sorunlara el atmalıdır. Ama bunu sanata nasıl dönüştürüleceği postmodern ilkelere göre belirlenmelidir.
21- bu tartışmamızın aslında bir yanlış anlamadan kaynaklanmış olabileceğini söylemeliyim. ben bazı özellikle zor yazılmış metinleri düşünürken aslında post moderni anlamamız için kaçınılmaz olan Derrida, Lacan, Foucault, Deleuze, Barthes gibi yazarları düşünüyordum. onlarla uğraşırken aklımda katiyen İsmet Berkan yoktu, hatta onun özellikle zor konuları anlaşılır yazdığını düşünürüm. son yazmış olduğu ‘İnsan Uygarlığının Kısa Tarihi’ kitabı da bunun net bir delili.
22- bir yanlış anlamadan doğmuş olsa da, bu tartışma hem tartışmanın tarafları, hem de farklı bir şey okumayı özlemiş
düşünmeyi bilenler için bence güzel oldu. Post-modern Hal Foster’in dediği gibi gerçeğin geri dönüş dönemidir. Estetik deha artık aranmıyor, hemen herkes eğer bir felsefesi veya düşüncesi varsa bunu ifade etmek için sanata başvurabilir, sanatını nasıl ifade edeceğinde de artık özgür. Bu performans sanatı da olur, yerleştirme, kavramsal, arazi sanatı da olabilir. Anlayacağınız fazla kuralın, büyük anlatıların bulunmadığı bir özgürlükler dönemi bu. Ben post moderni işte bu nedenle seviyorum ve umarım İsmet
Berkan bir daha çağdaş sanat sergisine gittiğinde bu ne biçim sanat, bunu çocuğum bile yapar demeden bir daha
düşünür ve eserden algıladığı göstergelerden onun anlamını doğru çözer.