Diğer mevsimlerde olduğu gibi yaz aylarında da insanlarla minimum temas ve mümkün olduğunca az sosyal yaşam prensiplerim sürüyor.
dolayısıyla bu durumdaki bir insan için yazın güzel başlamasının ne gibi bir anlamı olabileceğini sorabilirsiniz.
benim için yaz güzelliğinin zirvesini oluşturan olay Haziran’ın başında oldu. eğitiminin bir sonraki aşamasına başlamadan önce verilen aradan yararlanan oğlum geldi. bu defa bazı arkadaşlarını da davet etmiş.
evimiz böylece düşkünler evi sessizliğinden çıkıp genç neşesi ile doldu. onlar kendileriyle sosyalleşmemi beklemediklerinden aramızda problem olmuyor.
Ben bugünlerde yıllar önce Bodrum’da yaşadıklarımı aynen İstanbul’da da yaşıyorum.
Araziyi alıp evimizi Yalıkavak’ta kurmaya başladığımız yıllarda Bodrum’un gecelerine katılabiliyorduk. sonra her ortam değişti. Ben eskiden katılabildiğim gecelerin neşesini sadece evimin bahçesinden dinlemeye başladım.
güneşi her akşamüstü ilk içkim eşliğinde bahçemde batırdıktan sonra ilerleyen saatlerde karanlığın içinden eğlencenin cısdam cısdamlar sesleri gelmeye başlardı. bu beni hiç rahatsız etmediği gibi gitmesem de görmesem de müesses nizamın devam etmesinin güzelliğini tatmamı sağlıyordu.
İstanbul’da da yıllar önce Rana ile hemen her gece bir yerlere çıkardık. Şimdi ise öyle fazla, özel günler dışında çıkmaya pek arzumuz ve niyetimiz yok. Ben buna ‘Been there, done that’ sendromu diyorum. yani dışarıda yapılacak şeyleri daha önce yaptık, bize yeter diyoruz galiba.
istanbul’da şu an yaşadığımız bölgede Bodrum’da olduğu gibi eğlencenin sesinin gelmesi ihtimali yok gibi. ama yine de İstanbul’un dört bir yanının cıvıl cıvıl olduğunu bilmek, gitmesek de görmesek de bizi mutlu ediyor.
misafirimiz gençler bize yaşananları anlattıkça daha da seviniyoruz.
işte durum böyle, bu nedenle dediğim gibi yaz mevsimim aslında güzel başlamıştı.
Fakat sadece yaz günlerimin içine etmekle kalmayacağı gibi var olan tüm güzellikleri de bir anda tüketebilecek, yaşama mutluluğunu insanın içinden emip çıkarıp kurutacak bir gelişme oldu maalesef.
Anayasa Mahkemesi eski başkanı Zühtü Arslan yazısı üzerine yazdığım yazıdan sonra Sedat Ergin aradı beni.
sesini duyar duymaz kötülük yapmaya hazırlandığını hemen anladım.
çünkü bilinçli kötülük yapmaya hazırlandığında sesinde özel bir tını oluşur. bu o gün vardı sesinde. O sesteki tınıyı biraz sonra kesip yiyeceği kadını evinin kapısında karşılayan Hannibal Lecter’in ‘hoş geldiniz bu gece çok güzelsiniz’ diyen sesinde de duymuştum.
Ve biraz sonra bir mizah yazarının bu hayatta duymak isteyebileceği en son sözlerden oluşan, insanı mizah yazmayı bırakın yaşamaktan bile soğutabilecek o cümleyi söyledi bana sadistçe:
‘sana Zühtü Arslan hakkında yazmış olduğum bilimsel makaleyi göndereceğim. sadece 40 sayfacık, okursun.’
bunu duyar duymaz aslında iyi başlamış olan yaz mevsimi benim için bitiverdi. Ortam birden kara kışa dönüştü.
Abarttığımı sananlar olabilir, ama Sedat Ergin karakteri ile bilimsel yazının bir araya gelmesinin ne anlama geldiğini bilmeyenler tepkimin abartılı olduğunu sanabilir tabii ki.
Ama onlara tavsiyem Sedat’ın sadece bir günkü gazete yazısını okusunlar, bir de bilimsel yazısının ne tür bir felakete yol açabileceğini o zaman görürler.
dediğim gibi bu gelişme nedeniyle ben sonbaharı atlayarak direkt kara kışa giriverdim.
şimdi maksimum stres içinde göndereceğini söylediği bilimsel yazıyı bekliyorum korku içinde. Okursun dediği için maalesef okumaya da mecburum, çünkü okudum diye yalan söylesem beni ani ve alakasız ortamlarda zihin oyunlarıyla test edebilir ve testten kalırsam bunun maliyetinin ağır olacağını da hissediyorum.
Hayır, çalışma odasının bir köşesinde tek ayağım üstünde dururken bütün gün onun ciddi biçimde çalışmasını seyretmem türünde bir ceza beklemiyorum.
sadece okumadığım yazıyı baştan sona direkt, detaylı anlatmaya girişir diye dehşet içindeyim.