Edebiyattan müziğe, resimden heykele yaratıcılığın hikayesini incelediğim ‘Kütüphanemdeki Sesler’ çalışmamın ‘kanalizasyon ve sanat’ başlığı attığım bölümünde özellikle Walter Benjamin tarafından 19. yüzyılın dünya başkenti olarak tanımlanan Paris ve londra’daki kanalizasyonların gelişmesini de incelemiştim.
Yaratıcı düşüncenin gelişebilmesi ve var olabilmesi uygun bir ortam gerektirdiğinden büyük şehirlerin kanalizasyonları veya bunların yokluğu ortamı da etkilediğinden bunu çalışmanın önemli bir boyutu olarak görmüştüm.
19. yüzyılda Londra dünyanın büyük bir imparatorluğunun merkez şehriydi. 1800 yılında şehrin nüfusu bir milyondu. 1880’e gelindiğinde ise nüfusu dört buçuk milyon insana ulaşmıştı. Londra çok kalabalıktı ve aynı zamanda belki de dünyanın en pis şehriydi.
sokaklara bırakılan insan dışkı ve idrarı kokusuna şehirdeki 300 bin ton başka dışkı kokusu da karışıyordu. Şehrin sokaklarına her gün 300 bin at 1000 ton dışkı bırakıyordu. Londra’da sık olduğu gibi, sis basınca o berbat kokuyla karışan sis nedeniyle sadece nefes aldığı için hastalanıp ölen insanlar oluyordu.
Şehrin ortasından geçen Thames nehri berbat durumuyla Charles Dickens’ın Great Expactations (Büyük Umutlar) gibi romanlarında ana karakter gibi yer alır. Dickens, Little Dorritt (küçük Dorritt) kitabında Thames nehrinden ‘ölümcül kanalizasyon’ diye bahsederken ‘Our Mutual Friend’de de Thames nehrinden ceset toplayan insanların çalışma koşullarını anlattı.
durum böyleyken İngiliz parlamentosu şehirde gittikçe korkunçlaşan duruma müdahale etmek için kılını kıpırdatmıyordu. parlamenterler o sırada artık ölmekte olan Londra’dan sanki haberleri hiç yokmuş gibi gündelik rutin işlerini sürdürüyordu.
bu durum ancak ne zaman değişti, biliyor musunuz? çok sıcak bir yaz günü parlamentonun da yanından geçmekte olan Thames nehrindeki berbat koku daha da berbatlaşıp parlamento binasının da içine girince. ve parlamenterler gözlerinin önünde yaşanmakta olan felaketin farkına ancak koku kendilerini de rahatsız etmeye başlayınca vardı. şehirde kanalizasyon kurma işi Sir Joseph Bazalgette’ye verildi ve hızla işe girişildi.
Ben Londra’nın o günkü durumunu bugünkü Türkiye’ye benzetiyorum. özellikle son 10 yıl içinde neredeyse 150 yıl geriye götürülen ve ahlakın çökertildiği bu ülke de sanki büyük bir kanalizasyon patlamış da berbat bir koku etrafa yayılmış gibi.
Ülkesini seven insanlar kötü kokunun sona erdirilmesini, ahlaki çöküşün durdurulmasını ve bizi insan gibi yaşatan cumhuriyet değerlerimize, Atatürkçü kuruluş ilkelerimize geri dönülmesini isterken Ankara’da ‘sui generis’ başkanlık sistemi altında iş yapamaz hale getirilmiş TBMM tüm ülkeyi sarmış ahlaki çöküntünün pis kokusunu duymazmış gibi davranabiliyor.
Balık baştan kokar. Yaşamakta olduğumuz ahlaki çöküşün ve Anadolu’yu güzel yapan değerleri kaybetmemizin asıl sorumlusu siyasettir.
ve eğer Ankara’daki siyasi düzen kendisine de net ulaşmış olması gereken ülkenin patlamış kanalizasyonundan gelen pis kokulara müdahale edecek adımı bir an önce atmazsa, korkarım milyonlarca kadın ve erkeğin kan ve alın teriyle kurulmuş olan bu cumhuriyetimizi artık geri gelmemecesine kaybetme riskiyle karşı karşı kalırız ne yazık ki.
bilmem duydunuz mu ama bizler Narin’e aslında ne olduğunu tartışırken bu arada iki yaşındaki bir bebeğin de cinsel istismar nedeniyle yoğun bakımda olduğu haberi geldi.
Evet, iki yaşında dedim, yanlış okumadınız.
benim gibi size de kusma hissi geldiyse hiç kendinizi tutmayın kusun da ülkedeki berbat kokuya bizim de katkımız olsun. siyaset belki o zaman alır kokuyu.