Modernizm ile birlikte gittikçe soyut yöne gitmeye başlayan sanatın müzikle derin bir ilişkisi vardır.
Bu da çok normal, çünkü soyut sanat da müzik de hayal gücüne dayanan ve hayal gücüyle yaratılan sanatlardır.
Soyut sanatta var olan gizem de sanatçılarını müziğe daha duyarlı hale getirmiştir.
Soyut dışavurumcu sanatçıların neredeyse tümü aynı zamanda iyi bir müzik öğrencisiydi.
Kabul edilen genel tanıma göre soyut sanat adeta müziğin üst notalarında gezinirdi.
Bu yüzden kendi resim sanatını müzik gibi düşünen, renklerin müzikle bağlantısını çözümlemeye çalışan sanatçılar neredeyse bir konçerto gibi muhteşem resimler üretmişti. Sanatta yenilikler yapan avangardlar arasındaki hava da müzikle resim sanatının yakın müttefikler olduğu yönündeydi.
Alexander Schriabin renkle müzikal ses arası sistematik ilişki kurmaya yönelik araştırma yapmıştı. Rus besteci ve piyanist Schriabin atonal müziğin yaratıcısı Arnold Schoenberg’den bağımsız yaptığı çalışmalarla 12 tonlu kompozisyon ve serial müzik konularında öncülük yapmış bir isimdir. Onun renklerle müzikal ses arasında bağlantı olabileceği düşüncesi Arnold Schoenberg’i de etkilemiş olmalı ki 1911’de tanıştığı resmiyle müzik yapmaya çalışan Kandinsky’nin resminin yönünü de belirledi.
Kandinsky zaten müziğin renklerle bağlantılı olduğuna inanıyordu ama Schoenberg ile tanışmadan önce Wagner’in Gesumkuntswerk yaklaşımının etkisi altındaydı. Yani Wagner’in sözcükleri, müziği ve görüntüyü bünyesinde bir arada barındıran topyekun sanat anlayışının kendisine de uyduğunu düşünüyordu. Schoenberg’in atonal müziği ile tanışınca renklerle duygular arası bağlar kurmaya çalışan Kandinsky’ye yeni yollar açılmış oldu. Kandinsky’nin resimlerinde sürekli karşıt renkleri yani bir arada gitmesi zor olan renkleri işte bu Schoenberg etkisi nedeniyle kullandığı söylenir. Schoenberg’in melodik sürekliliği reddeden ve onun yerine rahatsız edici bir müzikal uyumsuzluğa dayanan müziği gibi Kandinsky de bu iç çekişmeyi göstermek, parçalanmışlığı vurgulamak istercesine karşıt renkleri vurguladı resminde.
Kandinsky ‘Doğaçlama’ ön adını alan bir dizi yapıt üretti. Sanatçının Doğaçlama resimlerini yapmaktaki amacı görsel bir ses ortamı yaratmaktı.
İzleyicilerin renklerin ‘iç seslerini duymasını sağlayacak’ tuvaller üretmek istiyordu.
Bu da gerçek dünyaya daha da gönderme yapmayı gerektiriyordu. Kandinsky ‘iç ses’in ancak resim dinleyicisine dönüşen izleyicinin dikkatini dağıtacak ‘geleneksel bir anlam’ barındırmazsa duyulabilir olacağını düşünmüştü (Will Gompertz, Pardon Neye Bakmıştınız, sayfa 141).
Modern sanat, döneminde gördüğümüz biçimlerin güzelliğinin ötesindeki resmin derin anlamını keşfedebilmemizin felsefi düşünmenin önemini arttırmıştı. Müziğin tarihte sanatla felsefe ilişkisini ciddi biçimde değiştiren güçlerden belki de en güçlüsü olduğunu da hatırlarsak benim döneme uygun cazın sesini bulmakta zorlanmamın nedeni daha net olur bence.
Tabii bu yazının sınırlarını bayağı zorlayacağı için Theodor Adorno’nun müzik sanatının felsefeyle ilişkisini inceleyen çalışmalarına hiç girmedim. Adorno, Hegel’in mantığı ve Beethoven’in sanat hareketleri arasında bağlantı kurdu ve özellikle sonataları inceleyip bunlarla Hegel mantığı arasında bağlantı kurdu.