Sıkça yazarım, belki okumuşunuzdur, ben öyle fazla gezmeyi seven bir insan değilim.
Hatta sokağa çıkmadan evde oturma direncimi psikiyatrist arkadaşlarım pek hoş bulmadıkları gibi bunun acil tedavi gerektiren bir durum olduğunu bile düşünüyor.
‘Siz dert etmeyin ben mutluyum’ dedikçe de ‘zaten bütün akıl hastaları böyle zanneder’ filan diyorlar.
o zaman akıl hastalığımın kimseye zararı yok beni kitaplarımla baş başa bırakın diyerek konuyu kendi açımdan kapatıyorum. Ama onlar hala aralarında hakkımda konsültasyonlar filan yapıyor, galiba beni tedavi etmekte ısrarlılar.
Durmadan sokağa çıkıp gezmenin ‘iyi olmak’ anlamına gelmediği Ertuğrul Özkök’ün hayatına bakılarak anlaşılabilir. O bir ‘Zelig sendromu’ yaşıyor. ülkenin dört bir yanında hangi davet varsa oradan gelen fotoğraf karelerinde mutlaka yer alıyor. ve üstelik mutlu gibi de görünüyor. Ama gerçekte olmadığını ben biliyorum. Devamlı evde oturan, davete gitse ne yapacağını bilemeyecek olan benim gibi o da temelde mutsuz.
yani sokakta fazla gezmenin insanı mutlu yapmadığı yolunda önümde örnek varken tüm direnmeme rağmen çok nadiren sokağa çıktığımda da yeni Türkiye diye bilinen amorf toplumsal oluşumda dipten dibe fokur fokur kaynayan mutsuzluk ve umutsuzluk insanların suratına da vurduğundan evime mutlu döndüğümü hiç hatırlamıyorum.
önceki gün bu mecburi evden çıkışlarımdan birini yaşadım. sağlık kontrolüm vardı. İsmet Berkan ve Cüneyt Özdemir’in pek sevdiği yapay zeka ben fiziken orada yokken kontrol yapmanın formülünü henüz bulamadığından kliniğe bizzat gitmek zorunda kaldım.
neyse Rana ile birlikte kontrol sonrasında dışarıda yürürken şurada bir poğaça yiyip bir çay içelim dedik.
Çayımızı içtikten sonra Rana bir sigara içmek için dışarı çıktı, ben de para ödemek için kasaya gittim.
borcumuz ne diye sorunca adam suratında espri yaptığı yolunda hiçbir ifade olmadan 170 lira dedi.
iki çay iki de poğaça istedik bu fiyatta bir yanlışlık olmalı dedimse de adam nuh dedi peygamber demedi o parayı almakta ısrar etti.
istenen miktarı ilk duyduğumda adam niyetimi yanlış anlamış olmalı, dükkanı satın almak için pazarlığın açılış fiyatını mı söylüyor diye düşünmüştüm.
parayı ödedikten sonra çıktığımda sigarasını içmekte olan eşime buradan hemen kaçalım çünkü bir başka harcama daha yaparsak bütün birikimimizin erimesi kesin dedim ve eve yine mutsuz biçimde döndüm.
Internetten fiyat düzeyleri hakkında biraz araştırma yapınca çok nadiren yaşadığım bir duygu bastı içimi, ülkedeki sıradan insanların aslında birer kahraman olduğunu ve dünyadaki başka herhangi bir ülkede insanların bu fiyat düzeyine, hayat pahalılığına bizim insanımız gibi dayanabilmesinin imkansız olduğunu düşündüm. Bir Türk dünyaya bedeldir lafı bana daha anlamlı gelmeye bile başladı.
yazının başlığına gelirsek, yiyecek-içecek işindekiler bile fiyat düzeyinden utandıklarından olsa gerek porsiyonları azaltarak fiyatları biraz aşağıya çekmek için uğraşmaya başlamış. Bu ürünler mönüye de “eko” ön adıyla girmeye başlamış. eko yani ekonomik ürün deniyor bunlara, örneğin bir restoranda patlıcan kebabının bir porsiyonuna iki şiş yerine tek şiş konmaya başlanmış. Böylece fiyatlar yarı yarıya düşmüş.
Restoranlar beyti, ali nazik, Adana kebap, döner ve bunlara benzer ürünlerde gramaj düşürerek fiyat azaltıyormuş. Bunlar eko beyti, eko iskender gibi isimler verilerek müşteriye pazarlanıyormuş.
yani fiyatlar bir gün belki sahiden biraz düşecek ama hepimiz sofralarımızdan aç kalkacağız. bu da belki Türkiye yüzyılının büyük başarısı gibi anlatılır dünyaya.
Ama yine de acaba bir gün iki eko-çay ve eko-poğaçanın fiyatı 85 lira olabilir mi acaba diye bir umut bastı içimi haberden sonra!