Sokaklarını suç çetelerine kaybetmiş 1970’in New York’un da bir soğuk kış günü, çalışmak için Manhattan’a gitmek zorunda olan insanların acaba geri döner miyim korkusuyla metroya bindiği rutin gibiymiş gözüken bir sabah, trenimizin penceresinde Manhattan’ın kartpostallara, filmlere konu olan o meşhur, gökdelenlerle çizilmiş ufuk çizgisi belirirken karşı taraftan gelip long Island tarafına giden trenin bazıları şaheser olarak bile tanımlanabilecek kadar güzel resimlerle donatılmış olduğunu gördük. trenin durduğu bazı istasyonlarda da durum böyleydi.
muhtemelen bir gece içindeki korsan eylemle çizilmiş olmalıydı o resimler. çünkü bir gün önce orada yoktular. Sonra şehrin bazı yerlerinde bakımsız bırakılmış evlerin duvarlarının da bu tür resimlerle donatılmış olduğunu gördük o sabah.
yeni bir tarih yazılmaya başlanmıştı. Graffiti sanatının başlangıcına şahitlik ediyorduk bizler.
Müesses nizam bu kamusal alan eylemcisi sanatçıların yaptıklarına karşıydı elbette, ama yapabilecekleri de pek bir şey yoktu.
polisiye tedbirlerle engellenebilecek bir şey değildi bu yeni sanat. Polisi sanatın üstüne salmaya çalışanlara da tepki gelmesi kaçınılmazdı.
Çünkü New York şehri dünya sanatının başkenti olmak ünvanını 1946 yılında bu ünvanı neredeyse 100 yıldır elinde tutan Paris’in elinden yeni uluslararası gücünü de kullanarak devralmıştı. modernin ve post modernin devrimini yapmaya girişmiş olan New York hiç durmadan yeni olanı aramaktaydı. Yeni olanı bulmanın Andy Warhol ve Jackson Pollock’tan sonra zorlaştığı 1970’lerin New York’unda sanat felsefecisi Arthur Danto şehrin ‘karanlık yıllarını’ yaşamakta olduğunu söylüyordu. işte o sabah sanatta gideceği yönü bulamayan, karanlık yıllarını yaşamakta olan şehirde graffiti sanatı ortalığı aydınlatıvermişti.
Galerileri, müzeleri, simsarları, eleştirmenleri, dergileri ve bohem sanatçılarıyla tanımlanan sanat camiasının bu yeniliği bastırmaya hiç niyeti yoktu. ve graffiti ve onun sanatçıları camia tarafından meşru sanat olarak kabul edildi ve böylece birçok yetenek sanat ortamına kazanıldı.
Bu doğuşa şahit olduğumdan ve graffitiyi ilk çıktığı günden bu yana anarşist sanata duyduğum saygıyla seyrettiğimden benim için sokak sanatını bir başka boyuta taşımış olan Banksy’nin önemi büyüktür.
Çağdaş sanatın modern sanat gibi geçmişin pratiklerini reddetmediğini, aksine bu eski pratikleri, düşünceleri aktif şekilde bir yeni kullanıma soktuğunu daha önce anlattım zaten.
Çağdaşın bu yönünün en önemli ismi bence Banksy adıyla bilinen ingiliz sanatçısıdır. 1970’lerde New York, Londra gibi metropollerde aniden görülmeye başlanan graffiti sanatını taklit eden bir üslup geliştirdi. biraz önce anlattığım gibi graffitide de korsan eylemlerle kaçak çalışılarak şehrin kamusal duvarlarına sanat çiziliyordu ve aralarından bazıları gerçekten de çok güzeldi. Banksy sanatının üslubunu bu geçmişten aldı, ama şehrin duvarlarına yaptığı eserlerle bu üsluba daha da kalite getirdi.
Banksy adı takma tabii. Bunun yanında sanatçı kendisiyle ilgili her bilgiyi gizliyor, suratını da medyada gören yok. 1974 doğumlu olduğu tahmin edilen Banksy’nin duvar çizgilerinden ‘Çöpteki Aşk’ adlı 2018 tarihinde ortaya çıkan eserini tartışacağız. Bunu özellikle seçmem bu eser bağlamında yaşananların bize gerçek bir çağdaş sanatçının hayata ve sanata bakışını son derece iyi gösterdiği içindir.
Çöpteki Aşk’ı izleyici duvarda ilk gördüğünde küçük bir kızın elinde kalp şeklinde balonu ipinden tuttuğunu görür. Banksy aracılar yoluyla bir kandırmaca yapıp bu eserini satışa sunacağını açıkladığında açık artırmada eserin değeri 16 milyon sterline ulaşmıştı.
Ama tam satış gerçekleştiği an, tam o an, resimdeki balonu tutan küçük kız kızın görüntüsü ortadan yok oldu. geride bir tek balon kalmıştı ve bu önceden planlanmıştı.
Müthiş bir parayı böylece reddeden Banksy bu eylemiyle ellerinden hayalleri ve geleceğe yönelik beklentileri alınan çok sayıda çocuğun yanında tavır alıyordu. Eserinin sadece görüntüsünü değil satış evresini de bu imha nedeniyle sanat haline dönüştürmüştü. Çocukların haklarını önemsemeyen düzenin de yıkılması gerektiğini eserindeki kızın görüntüsünü bozarak ima etmişti.
Bütün bunlar, yani eserin yapılışı, sergilenmesi, sanata ve düzene karşı aldığı tavırlar tam da çağdaş sanatçıya yakışan davranışlardı.
moderni ve İsmet ne kadar sevmese de post-modernin hayata dair her yönünü güzel izleyen sitemizde geçen gün Banksy’nin yeni eseri hakkında bir haber yayınlandı.
Banksy’nin yeni çalışmasını kendi Instagram hesabından paylaştığı ve dahası bunun şehrin hangi semtinde olduğunu bile söylemediği ve bizlerin bunu kendimizin bulmasını beklediği anlaşılıyor.
Anlayacağınız tam bir post modern duyarlılıkla Banksy sokak sanatını aynı zamanda bir performans sanatına dönüştürmüş durumda. Üstelik resmini şehirde araştıracak olan bizleri de birer performans sanatçısına dönüştürüyor.
Banksy’nin Meryem Ana ve Çocuk İsa adlı bu çalışmasının ilk gördüğümüzde algıladığımız dışında ne anlattığını bir süre tartışacağız gibi gözüküyor. Bu anlamın ilk bakışta tam anlaşılmamasının, bu belirsizliğin de post moderne ait bir tavır olduğunu görmeliyiz.
Sanatçı adını yeni duyurmaya başladığı dönemde yani bundan tam 21 yıl önce de ‘Toxic Mary’ adlı bir çalışmaya da imza atmıştı.