İzne ayrılmadan önce ’30 yıl kadar önce gündelik yazı yazmak macerasına girdiğimde ne yaparsam yapayım, o an nasıl yaşıyorsam yaşayayım, hayatımın sadece yazı odaklı olmasına karar vermiştim’ demiş, egoist bir yaşam olduğunu bile bile bunu sürdürdüğümü söylemiş, ‘şimdi egoist olmayı sürdürmemin mümkün olmadığı bir hafta var önümde. detayına girmek istemiyorum ama yazının ön plana çıkmasının mümkün olamayacağı bir hafta geliyor. bugünden itibaren ailece bizim için önemli olan bir gelişmeye şahit olacağımız ve inşallah da sorunsuz geçer diye umduğum bir haftaya giriyorum’ diye açıklama yapmıştım.
neyse o bir haftayı sağ salim atlatmış olduğumu sanıyorum, yani döndük. Hayatta hiçbir şeyin sorunsuz olması nedense mümkün olmadığından, bu sorunsuz geçer diye umduğum bir hafta olamadı tabii ki.
Ertuğrul Özkök Amerika’da gidilecek başka eyalet kalmamış gibi Alabama’ya gitmemin baştan yanlış olduğu ve bunun türlü belayı beraberinde getireceği düşüncesindeydi.
Özkök’ün Alabama düşüncesi ABD’nin birçok kuzey doğu yakası liberali gibi linçlerin başladığı ve Ku Klux Klan’ın kurulduğu yıllarda kaldığından onun bekledikleri olmadı. Aksine bugünün Alabaması son derece nazik ve yardımcı olmayı seven insanların yaşadığı bir bölge durumunda.
Üniversitenin düzenlediği bir töreni izlemek için oradaydık. Uçağımızın indiği Atlanta ile Alabama arası normalde üç saat kadar olduğu halde biz daha sonra anlatacağım nedenlerden dolayı neredeyse 24 saatte varmıştık yerimize.
Yani ben törenin yapıldığı salona girdiğimde normalde o an bir sonraki gecenin REM uykusu evresinde olmam gerekirken sanki her şey normalmiş gibi fonksiyon göstermeye çalışıyordum. salona girmeyi beklerken bastonla ayakta dururken birkaç defa uyuduğumu ve hatta uykumda konuştuğumu bile söyledi Rana.
Salondaki koltukta biraz dinlenirim diye umarken ve tam Rem uykumun başlangıcına girmişken salonda yankılanan canhıraş bir çığlıkla panik içinde uyandım ve ‘Ne oldu, kim vahşi biçimde öldürüldü, yoksa Ku Klux Klan salonu basıp tekrar linçlere mi başladı’ diye sorunca Rana ‘Hayır sadece tören başladı ve çocukları teker teker sahneye davet ediyorlar’ dedi.
sırası gelen her çocuğun ismi okunduğunda bence sadece dünyada bir tek Amerika’da olabilmesinin mümkün olduğunu sandığım bir şey oluyor ve tanıyan ve tanımayan insanlar barbarizm tarihinde bile ender bulunabilecek bir çığlığı basıyordu.
bu çığlık ‘Yeeeooww’ sesini çeşitli versiyonlarını oluşturuyordu. Blues’tan gelen gelenekleri nedeniyle olmalı salondaki zenci aileler yeeooww sesine yeni yorumlar germekte pek bir maharetliydi.
Ve işte tam o anda, henüz o sesin yarattığı panikle uyanmamın mahmurluğunu bile üzerimde atamamışken Rana can alıcı manevrasını yaptı ve bana oğlun anons edilince senin de aynı şekilde bağırmanı bekliyorum yoksa hesabını sorarım dedi.
bunu duyar duymaz birbiriyle bağlantılı olabilecek şu düşünceler oluştu kafamda:
1- kalabalık ortamda öyle bağırmak yerine intiharı tercih edeceğimden bağırmaya zorlanamayacağım bana göre kesindi.
sadece oğlanın anons sırasının ne zaman olduğunu bilemediğimden intihara hazırlığı zamanında bitirip bitiremeyecegime emin değildim.
2- anons edilen çocuğun yakınlarının yanı sıra salonda her çocuğa prensip gereği bağıran bir grup vardı. acaba onlara para teklif etsem bizimkine de bağırırlar mı diye düşündüm.
Ancak o an cebimdeki nakit 50 sentin buna yetmeyeceğinden ve grubun yanında da POS makinası bulunmadığından emin olduğumdan bu opsiyon da yoktu benim için.
3- aslında o anki bütün sorunlarımın çözümü gayet netti. Netti ama bu bir cinayet içeriyordu ve benim yüzlerce kişinin neşeyle bulunduğu salonda herkesin gözü önünde Rana’yı öldürmeye girişmem, bu her ne kadar beni bağımaya zorlayan gücü ortadan kaldıracak olsa da, pek mümkün değilmiş gibi gözüküyordu.
sonuçta çaresiz biçimde sıramızı beklemeye başladım. Bağırmadığım için Rana beni öldürecek olsa da umurumda değildi. Sıramız yaklaştıkça beni kurtaracak tek mucize oldu ve içimi bastırmayacağım bir ağlama duygusu kapladı. anons edilince Rana bana baktığında ağlamakta olduğumu görüp sustu. daha sonra o anın videosunu izlediğimizde bizim anons olduğunda sadece tek bir kadının bağırdığı duyuluyordu. Ve o ses de güzel olduğundan bunun Rana’ya ait olması pek mümkün değildi.
Rana’nın ses düzeyinin durumunu anlamanız için örnek vereyim: bir defasında New Yorkta sokakta yürürken bana kızgınlıkla bağırdıktan 20 dakika sonra polis departmanından CSI (Crime Scene Investigation) birimi gelmişti sesin gerektirdiği vahşi cinayeti araştırmak için. bir defasında Floransa’da bağırdığında da Italyan otoritelerine göre tabiatın denge kurallarında milimetrik değişimler yaşanmış, dünyanın yörüngesi de hafif değişmiş.
Yani o an salonda Rana da bağırmış olsaydı bunun değil bizim cep telefonları tarafından Amerika’da, Avusturalya’daki Pine Gap dinleme istasyonu tarafından bile duyulmaması imkansızdı.
Anladığım kadarıyla Rana kendinden umulmayacak bir şey yapmış ve hayatında belki de ilk kez makul bir karar alarak son anda bağırmaktan vaz geçmiş ve bu işi oğlanın kız arkadaşına bırakmıştı. O da işin hakkını vermiş doğrusu.
Bunlar vardığımızın ikinci gününde olanlardı. ilk günde neler olduğunu ve Atlanta’nın neden dünyanın en berbat havalimanı olduğunu da yarın anlatacağım.