Prime Video’daki “Arda Turan: Yüzleşme” belgeseli gibi daha izlemeden proje proje koktuğunu hissettiren işleri pek sevmem. Arda Turan’ın kendisinden de pek hazzettiğim söylenemez. Bu iki net sevgisizliğe rağmen niye oturup 1,5 saatini bu yapımı izlemeye ayırdın derseniz, bunu ancak mesleki merak ve anlama çabasıyla açıklayabilirim.
Bonus olarak eşimin bir ekrana bir bana bakıp tek kelime bile etmeden “niye böyle basit basit şeyler izliyorsun” hissi verişini eklersek benim için 1,5 saatin maliyeti biraz yüksekti. Aldırmadım.
Açıkçası belgeselin sosyal medyaya düşen kesitleri bende küçük bir heyecan yaratmıştı. Çünkü o kesitlerde hatalarından söz eden, kendiyle dalga geçebilen bir Arda Turan vardı.
Netflix’in baştan sona övgü silsilesi şeklinde akan son derece samimiyetsiz Fatih Terim belgeselinden sonra örnek bir iş olabilir miydi?
Gerçi Türkiye’de biyografik belgeselcilikte özneyi sağlı sollu güzellemek, peygamber katına çıkarmak neredeyse kural gibi ama bu kez farklı bir şeyle karşı karşıya olabilirdik.
İzleme motivasyonum buydu ama belgesel maalesef beklediğim kadar insafsız çıkmadı.
Yüzleşme neredeyse ilk bir saatten sonra başladı. Açıkçası ilk bir saatte anlatılan Arda Turan’ın ışıltılı geçmişini zaten hepimiz biliyoruz diye düşünüyorum.
Ben bile daha önce Exxen’de bu temalı bir belgesel izlemiştim. Üstelik onda da Arda Turan aynı şekilde mahallesini geziyor ve hikâyesini kendi ağzından anlatıyordu.
O nedenle belgeselin ilk bir saati geçmek bilmedi. Çünkü ilk bir saati başka bir belgeseldi ve onun da adı “Yükseliş” olabilirdi. Yüzleşme aslında mevcut filmin son 38-40 dakikasında var.
Film sadece bu son 40 dakikadan ibaret olsaydı çok daha etkileyici olabilirdi. Hatta son 40 dakikaya daha fazla özne eklenebilir, duygusal geçişler daha iyi yansıtılabilir ve yine şimdiki metraja ulaşılabilirdi. Bu açıdan bir fırsat kaçmış diyebilirim.
Bu haliyle, Arda Turan kendisiyle ilgili oldukça zor konulara girse bile, söylediklerinin yaratmasını bekleyeceğimiz duygusal atmosferi yaratamıyor film. Kendine yüklenmeyi tadında bıraksa da az buz şeyler söylemiyor çünkü Arda Turan. Yine de empati kurup duygusallaşamıyoruz.
Böyle çıkışlarda gardı kolayca düşen, “ulan haksızlık etmişiz adama” diye su koyuvermeye meyilli karakterimle ben bile o havaya giremedim. Eksik bir şey vardı.
Eksik belki doğru bir sözcük değil ama fazlasında eksik vardı. Bu saçma cümleden kastım şu: Fatih Terim belgeseline gelen eleştiriler çok iyi etüt edilmiş ve bu filme hatalarla yüzleşme fikri eklenmiş. İşte aslen bu fazladan eklenen bölüm eksik.
“Nesi eksik?” diye sorarsanız, ‘atmosferi eksik’ diyebilirim.
Atmosfer yaratmayla ilgili örnek arayacak olursak, bu filmi yapanların da izleyip esinlendiği açık olan Netflix’teki David Beckham mini dizisini örnek gösterebiliriz. Onun da mutlaka eleştirilecek yönleri var ama olayları aktarırken dramatik çatıyı çok daha etkileyici şekilde kuruyor.
Oynadığı dönemde Beckham aklımda kibirli ve şımarık biri olarak kalmıştı. Belgeseli izledikten sonraysa Beckham’la empati kurabildiğim konular oldu.
Beckham belgeselinin bende etki bırakmasının sırrı galiba şuydu: Kendimin o yaşlardaki halini düşünmüş ve hak vermiştim. Bunu yaratan da filmin atmosferi ve diliydi. Belki Beckham’la empati kurmam bile doğru değildi ama film bunu yapabiliyordu.
Belgeselin teknik tarafını bir kenara bırakıp işlevine dönelim.
Bu yüzleşme Arda Turan’ı yeniden o ilk parladığı günlerdeki sempatik biri yapabilir mi? Bu kadarını kendisinin de amaçlamadığını tahmin ediyorum zaten. O yüzden bu yazının başlığı her başlık gibi biraz abartılı.
Bu yapım olgunlaşmış, Süper Lig’e artık teknik direktör olarak geri dönmüş Arda Turan’ın relansmanı olarak planlanmış diye tahmin ediyorum. Brief yani iş özeti bu olmalı. Arda Turan’ın hocalığın gerektirdiği olgunluğa eriştiğini düşünmemiz amaçlanmış gibi.
Normalde bunu izleyenin hissetmemesi lazım ama hissediyoruz. Arda Turan’ın yeni projesinin halkla ilişkiler evresindeyiz. Eğer yukarıda bahsettiğim atmosfer yaratılmış olsaydı bunu hissetmeyecektik.
Ben zaten bu önyargıyla oturmuştum izlemeye. Açılış cümlesindeki “proje proje kokan işler” vurgum da buraya düşüyor. Ancak şunu da biliyorum ki nice böyle antin kuntin önyargıyla oturduğum izleme seferinden ters köşe olarak çıktım. Bunu da itiraf etmekten hiç çekinmedim.
Belgeseli izlerken ben de kendimle yüzleşebilir miyim acaba diye Arda Turan ile ilgili daha önce yazıp çizdiğim şeylere baktım. Eski bir yazıda, hastanede silah çekme olayında işten çıkarıldığı iddia edilen güvenlik amirinin akıbetinden yola çıkmış ve Türkiye’deki işsizlik rakamlarına dikkat çekmişim mesela.
Cengiz Ünder yeni yeni parladığı sıralardaysa; “Arda Turan’ın geldiği hali gördükten sonra Cengiz Ünder’in başarılarına bile kulübede sakız çiğneyen Sir Alex Ferguson mesafesiyle yaklaşma ihtiyacı hissediyor insan” şeklinde bir tweet atmışım. Bugün Arda Güler’e de sırf bu yüzden tam bir sempati duyamıyorum örneğin, belki de haksızlık ederek 10 yıl sonraki dayı dayı hallerini hayal etmekten geri duramıyorum.
Devam edelim; Başakşehir’de oynarken hakemi itip kırmızı kart gördüğü akşam “Arda Turan mental olarak Survivor’a hazır gibi” tweetini atmış ve epey etkileşim görmüşüm. Twitter’ın (X) geneline bakarsak çok da insafsız değilmişim.
Bu paylaşımlara bakma nedenim, belgeseli izledikten sonra bunlarla ilgili bir pişmanlığımın oluşup oluşmayacağını test etmekti. Açıkçası oluşmadı. Bu konudaki itiraflar bana işlemedi. Sadece milli takımdaki prim olayıyla ilgili hakkını teslim etmek isterim, orada haksızlık edilmiş ama onunla ilgili de kayıtlara geçmiş bir şey yazmamışım.
Bütün bu eleştiri ve izahata rağmen yine de bu yapımı bir adım olarak görebiliriz. “Arda Turan 2.0 o şimdi teknik adam” kod isimli halkla ilişkiler projesi olduğu hissinden birazcık uzaklaşabilecek daha iyi olurdu kuşkusuz. Ancak insanları salt iyilik timsali, karton karakterler olarak sunan o belgesel geleneğinden biraz kopuyor olması bile umut verici. “Güçlü belgeselcilik hayalimiz için sen de evet der misin ey okur?” diyerek pası sizlere atayım en iyisi.